25 Şubat 2011 Cuma


Zakkum'un albümü çıktıııı!!


dün dinledim albümü…yani çok fazla dinleyemedim açıkcası.

çünkü fırsat vermediler.

öyle bir şarkı yapmışlar ki ondan ayrılıp diğerine geçemiyorsun.

winampta tek şarkı dönüyor duruyor.

yalnız dinlediğim kadarıyla bu albümde klarnet, ney gibi enstrümanlar ağırlıkta mı ne.


Bir de Öleceğim adlı şarkıları var…

Sonra bir de Sanrı var..

Bir de cover var Ah bu şarkıların kör olsun diyor Yusuf..

En çok dinlediklerim bunlardı.


Hı işte ne diyordum Anason..

Evet bu şarkıdan ayrılamadım bir.

Bence çok efkarlı bir şarkı ya..sadece rakı masalarına has değil bu şarkı. sadece bir şarkı da değil. Bence müziğiyle bile şahane olmuş baksanıza klarnetin sesine kim etkilenmiyor ki bu sesi duyunca.



24 Şubat 2011 Perşembe

Aref'in Sırları 2..(Tuğcan sayesinde:))


Biraz geç yazdım ama bana da cevap birkaç gün sonra geldi napiyim bende tanrı kuluyum:)

Tuğcan bey hazırlamış yine video sağolsun:) Çok selamlar buradan kendisine:))...Ha ben kim miyim? "Hani şu hanin planların var mı gene?:)" diyen kişi oluyorum.

Bana döndü maille ama ben videoyu açamadım youtube'dan neden bilmiyorum. Ama sorun bende sanırsam çünkü başka bir bilgisayardan izledim bugün. Niye benim laptop yaa kafayı yiycem:S:( :)

Önce Aref'in videosunu sonra Tuğcan'ın videosunu ekliycem buraya.
Ama ondan önce Cengiz Semercioğlu'nun yazmış olduğu ve Acun'un mu yoksa kendisinin sözleri mi bilmiyorum ama bu illüzyon numaralarını videolarda ya da sözlüklerde açıklayanlara "içimizde ne çok Atilla Taş varmış" diye çemkirmiş... Evet hepimiz Atilla Taş'ız hepimiz hamçökeleğiz amk. Küfür de ettiriyorlar adamı ya.. Neyse ben bişey demiyorum. Okumak isteyenler aşağıdaki linke tıklasınlar yeter.


http://www.hurriyet.com.tr/magazin/yazarlar/17095537.asp?yazarid=105&gid=61


Efendim performanslara gelelim ne çok konuştuk. Daha onlardan bahsedicem ya ohooo..



Yaa bu videoyu da izlemekten bıkanlar olabilir benim gibi. Onun için Özet geçicem (yazar burada İnci Sözlüğe selam çakar:) ayrıca Tuğcan'da İnci'ye selam çakmış videosunda "adam uçuyor beyler" diyerekten:))

Yine kelime söyle sayı söyle harf söyle aaaa kutumdan aynısı çıktı numarası var.
Evet özet geçilmiş hali bu:)

Yalnız çocuk çok odun kusura bakmasın ama. Hayır cool filan değil gayet soğuk ve bence kendine çok fazla güveniyor ama yani çok konuşmadığından mıdır, sahne hakimiyeti 0 olduğundan mıdır nedir tam bilemiyorum ama elleri kolları bir rahat durmuyor. Hep cebinden bişeyler kurcalıyor, bişeyler çıkarıyor çaktırmadan filan. Bunu 2. ve 3. defa izlediğinizde çok rahat farkedebiliyorsunuz zaten. İzledikçe adamın coolluğuna uyuz oluyorsunuz benim gibi. Bütün iyi sözlerimi, iltifatlarımı geri alıyorum olum kusura bakma. Darılmaca gücenmece yok. Sevmedim bu halini tavrını. Sanki ilah geliyo lan bi ayağa kalkmalar bi alkışlamalar filan deli gibi. Beni de öyle alkışlayın hı? Hadi be 1 kere nolur:))

Bir de şu dikkatimi çekti. Aref sürekli "şimdi şöyle bir şey deniycem/deniycez", "şunu yapmanızı istiyorum" gibi lafları 383904 kere tekrar etti herhalde. Ben duymaktan bıktım o demekten bıkmadı ya..

Şunu yazmaya gerek var mı bilmiyorum ama herkes yazdı çizdi çünkü, E 11 yazdı tahtaya Aref ama kurdaleden çıkan kağıtta 1'ler II şeklindeydi. Yani kendisi yazmamıştı arkadan birileri yazmıştı onu.
Bir de iç içe iki poşet vardı o dalgayı da biliyorsunuzdur. İlk poşetin içine yırtılan gazete kağıtları diğer poşete de kendi kader yazdığı gazete kağıdını koyar Aref bey ve bize yutturmaya çalışır.

Neyse ben uzatmıyım da sizi Tuğcan'la başbaşa bırakıyım..İyi seyirler...




Bu arada bu izlediğimiz son Aref sırrı videosu olacak. Tuğcan bırakıyo bu işleri. Evinin erkeği olacakmış öyle dedi bana:))

O değil de Bu Tuğcan'ın heyecanının, anlatış şeklinin ya da, konuşması hadi İranlı bu Aref o kadar düzgün konuşamıyor ama yaa abicim insanda hiç mi bir enerji olmaz ya. Hani illüzyon yapmasa uyuycaktım nerdeyse...Tuğcan süper anlattın gene ama seni de düşündüm ben. Dışarda çekmişin videoyu dondun olum orda. Kıyamam sana:( :))

Son olarak videonun sonu on numara olmuş Ali Taran'ın lafı filan koptum bi orda:)

************************

Bir Aref Ghafouri illüzyon macerasının da sonuna geldik. Bu hafta gerçekten bu çocuğun ismini duymaktan gına geldi bana...

Sizde bence bir süre bu tipi izlemeyin tv de filan. Bende emekli oldum sayılır bu illüzyondan. Video çekip kim diyecek ahanda sırrı çözdüm diye. O da yok. O zaman benimde işim olmaz.



Tuğcan'a selamlar, sevgiler..Kendisine dikkat etmesini istiyorum Aref başına iş miş açmasın karşısında beni bulur..




Görüşürüz blog sakinleri...

23 Şubat 2011 Çarşamba

Hakan Bıçakcı ve Karanlık Oda üzerine.....


NOT:
Bu yazıyı dün gece 23 sularında yazmaya başladım ama röportajları ekleyemeden günün yorgunluğuna yenik düştüm..Öyle bi hatırlatayım dedim. Bi heyecan ederek yazmaya başladın sonra performansın düştü demeyin diye hatırlatmak istedim:)

***********************


Merhabalaarrr:)))


Aradan sanki aylar geçmiş ve ben buraya hiçbir şey yazmamışım gibi..
Nasıl özlemişim ya:)

Aslında deli gibi uykum var ve yarın erken kalkmak durumundayım. Ama ben dayanamadım ve bugün sizlere son okuduğum Hakan Bıçakcı kitabından bahsetmeye karar verdim.

Hakan Bıçakcı'yı tanıyan, duyan, gören var mı aramızda?...

Belki duymayan olabilir diye önce kendisinin özgeçmişini eklemek istiyorum buraya...


Hakan BIÇAKCI






1978’de İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra 1996 yılında üniversite eğitimi için Ankara’ya gitti.

İlk yazıları Dört Mevsim edebiyat dergisinde yayımlandı. 2001’de Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü’nü bitirerek İstanbul’a döndü.

İlk romanı Romantik Korku 2002, ikinci romanı Rüya Günlüğü 2003, üçüncü romanı Boş Zaman 2004, ilk öykü kitabı Bir Yaz Gecesi Kâbusu 2005 yılında ve dördüncü romanı Apartman Boşluğu 2008 yılında Oğlak Yayınları’ndan çıktı. (ve beşinci kitabı Karanlık Oda 2010)

Nisan 2005-Şubat 2006 arasında edebiyat dergisi Picus’ta Mevsim Normalleri, Nisan 2006-Nisan 2007 arasında Akşam Gazetesi’nin Pazar dergisi Brunch’ta Jeneratör isimli sayfasında yazdı. Ekim 2006’dan beri Akşam Kitap dergisinde Kitaplar ve... isimli sayfasında yazıyor. Düzenli yazılarının dışında çeşitli dergi ve gazetelerde edebiyat, sinema, popüler kültür konulu yazıları yayımlandı. Asya Film için uzun metraj senaryo çalışmaları yaptı. İstanbul’da yaşıyor, reklam yazarı olarak çalışıyor.

Yayımlanmış Kitaplar:

Karanlık Oda / roman / 2010
Apartman Boşluğu / roman / 2007
Bir Yaz Gecesi Kâbusu / öykü / 2005
Boş Zaman / roman / 2004
Rüya Günlüğü / roman / 2003

Romantik Korku / roman / 2002


********

Efendim özgeçmiş böyle...
Ben kendisinin fotosunu da ilk defa geçen hafta gördüm.
Aslından ben dördüncü romanı Apartman Boşluğu'nu 3 sene önce okumuştum. O zamanda yeni çıkmıştı, şubat ayıydı. (iki kitabını okudum, ikisini de şubat ayında alıp okudum. ne var bu şubatta bilmiyorum:))

Apartman Boşluğu bir müzisyenin hayatını anlatıyordu. Ama öyle "akşam geziyim toziyim, gecelere akalım, aman sabahlar olmasın.." tarzı bir müzisyen hayatı değil bu okuduğumuz.
Adam beste yapmak istiyor, ilhama ihtiyacı var.Evinin duvarındaki kara delik ve etraftan gelen anlamsız ama ona göre anlamlı sesler sevgili müzik dostumuza ilham verir. Tabi bu kadar da değil. Hakan Bıçakcı'nın romanlarında en önemli ögelerden biri rüyalar, düşler, kabuslarda adamın peşini bırakmaz.
Evet, çok severek okumuştum bu kitabı ama ne yazık ki aklımda çok az şey kalmış baksanıza. Ayıp etmişim çok hem kitaba hem yazarına. Ama benim balık hafızamda bu kadar napiyim:( :)

Ne anlatacaktım ne yazıyorum ya:) İlla kendime bir laf sokucam..

Ben Hakan'ın yeni romanı Karanlık Oda'yı okudum geçen gün. Ve dün bitti. Acayip akıcı, dehşet depresif tam benlik bir kitap.
Kitapta fotoğrafçı bir genç var. Nasıl fotoğrafçı oldu, ne gibi zorluklardan geçti, hiç "abi ben hep bu düğün fotoraflarını dağıtan adam olarak kalacağım galiba" dedi mi..gibi psikolojik sorgular, sorular adamın kafasında döndü durdu roman boyunca. Tabi bu sırada da kendisine zarar vermeyi de unutmadı. Aslında bunu yazara da söylemedim mailde ama ben kitabı okuyunca adamın kendisini ısırmasını öğrendiğimde aklıma direkt hangi film geldi biliyor musunuz?
Eveeet doğru bildiniz:)
Black Swan...
Harikaa... harikaaa.. harikaa bir filmdi. İzleyiniz bir yerlerden.. Ya da yok durun izlemeyin başımı belaya sokmayın benim. Yasak var ya...Hani şu netten film indirme olayları.. Ama sayın (!) cumhurbaşkanımızın daha vizyona girmeyen filmi izlemişti geçenlerde. Nasıl oldu bende anlamadım. Şoklar içerisindeyim a dostlar:))
Taman cıvıtmıyım şimdi şurda ciddi iki laf ediyorum:)

Hah ne diyordum. Evet aklıma bu film geldi. İyi ki de geldi çok güzel oldu süper oldu.

Karanlık Oda'nın bir de bence on numara bir de kapağı var ki paylaşmazsam çatlarım.





Sizce de orjinal değil mi?

Aslında birazdan buraya ekleyeceğim olan röportajlarda neden bir fotoğrafçıyı seçti ana karakter olarak ondan bahsedecek.

Kitapta bir de şöyle bir şey var. Adam fotoğrafçı ama dinlediği şarkılar, müzikler hep yazılmış, işlenmiş konu içinde. Hep söylenmiş. Bu da bence yazarın müzik zevkini ortaya koyuyor. Ya da koymuyor ama bir vurgu var müzik konusunda. Acaba önceden müzikle ilgilenmiş mi? Bunu bilmiyorum ama bilmek istiyorum. Radyo frekansı filan da yazılmış yani. Yamulmuyorsam radyo eksen'di dinlediği..

Bir de karakterin adını niye demiyorsunuz yaa. Ben hep bu adamın adını ne zaman yazacak, ne zaman o Ebru buna seslenecek adıyla diye bekledim ama yok. Hele bir yerde tam adını diyecekti adamı uyandırmadın mı rüyasından nasıl sinir oldum:)

Şimdi kendisiyle yapılan son röportajları ekliyim buraya da benden de günah gitsin o vakit:)

*************

Bir de kendisine şunu söylemek istiyorum.. Tekrardan.. "Hakan ismine sahip insanlar hep iyi yazar olmak zorundalar mı?:)" :)))






İlk önce Yenişafak'taki röportajını okuyalım..


Kendini yiyen adamın romanı

Hakan Bıçakcı'nın yeni romanı Karanlık Oda'da, kendine dönük bir yamyamlık durumu içinde bulunan baş karakter, arada kalmış ruh hali ile dikkat çekiyor


Edebiyatımızda örneklerine pek rastlamadığımız psikolojik gerilim türünde kitaplar yazan Hakan Bıçakcı yeni romanı Karanlık Oda'da bizi yine kendi korkularımızla yüzleştiriyor. O, korkuyu işlerken bu dünyaya ait olmayan fantastik ögeler kullanmıyor. Tam aksine gündelik hayatın içinden hemen hemen hepimizin yaşadığı garip olayların üzerine gidiyor. Yazarken gündelik hayatın içinden nesneler, mekânlar seçip bunları korku ve gerilimle yoğurduğunu belirten Bıçakcı, "Bildik nesneler, ortamlar ve insanlardan oluşan bir korku tüneli fikrini daha sarsıcı buluyorum. Empati süreci, tedirginlik hissi ve rahatsız edicilik boyutu olarak böylesi daha iddialı" diyor.

Türk edebiyatında çok fazla rastlamadığımız türde 'psikolojik gerilim' yazıyorsunuz. Edebiyat dünyasında bu türe nasıl bir yaklaşım var?

Mesafeli ve soğuk bir yaklaşım var. Mesafeli ve soğuk bir tür olduğundan belki de... Kitlelerin ilgisini çeken bir akım değil psikolojik gerilim. Ama az da olsa meraklısı var. Sinemada, edebiyatta olduğundan daha popüler bir de sanki... İnsanlar rüya gibi hayatları okumayı, izlemeyi seviyorlar. Kâbus gibi hayatları anlatan psikolojik gerilim kitleleri pek açmıyor.

Sizi bu korku türünde yazmaya iten sebepler neler? Korku romanı yazmanın diğer türlerden farkı nedir ya da farkı var mıdır?

Beni çeken bir şey bu... Nedenlerini tam olarak bilemiyorum. Okur ve sinema izleyicisi olarak da ilgilendiğim konu bu. Gerilimli ve tansiyonu yüksek öyküler yazmayı, tuhaf ve tedirgin edici ortamlar yaratmayı seviyorum. Tekinsizliğin büyüsü diye bir şey var çünkü.

Korku romanı yazmanın diğer türlerden çok büyük farkları olduğunu düşünmüyorum. Hangi türde yazarsanız yazın, dikkat edilmesi gereken noktaların çoğu ortak. Belli bir odağın olması, yan hikâyeler, takip edilecek bir izlek, karakterler, olaylar, neden sonuç ilişkileri vs...

İlk romanınız Romantik Korku'yu 2002 yılında çıkardınız. İlk kitabınızdan bugüne kadar yazınınızda nasıl bir değişme gözlemliyorsunuz? Yazın serüveniniz içinde kendinizi nerede görüyorsunuz?

Seçtiğim konular ve yaratmaya çalıştığım atmosfer çok değişmedi aslında. Ancak onu ifade etme biçimimin, genel olarak kurgunun ve yazım tekniklerimin değiştiğini düşünüyorum. Daha az mekân ve karakter kullanarak daha odaklı bir anlatıma doğru gittiğini düşünüyorum yazdıklarımın. En azından böyle olmasına çabalıyorum. Yazın serüvenimin neresinde olduğumu bilmiyorum. Ortalarında bir yerlerdeyim gibi hissediyorum. Ama gerçek durumu zaman gösterecek.

Son kitabınız Karanlık Oda'nın konusunu nasıl belirlediniz?

İlk fikir fiziksel olarak kendini yiyen bir adamı anlatmaktı. Kendine dönük yamyamlık durumu... Bu hem sosyolojik altmetni hem de yaratacağı gerilim açısından heyecanlandırdı beni. Sonra bu olayın kurbanının bir fotoğrafçı olması fikrini ekledim. Sergiye hazırlandığı için sanatçı kaygıları taşıyan ancak bir yandan alışveriş merkezinde vesikalık fotoğraf çekmekle meşgul bir fotoğrafçı. Onun bu arada kalmış ruh hali, kimlik bunalımı, yabancılaşma hissi de ilgimi çekti. Daha sonra epey zamandır kafamda olan düğün fotoğrafçılığı konusunu karakterin geçmişi olarak ekledim romana. En özel gün denen ritüel dolu günlerin her gün birebir aynı biçimde tekrar etmesi... Ancak bu dönem geçmişte kalsın istemedim. Paralel bir hayat gibi yazmaya çalıştım bu dönemi. Ve gerisi geldi.

Roman kahramanının bir isminin olmaması özel bir seçim miydi?

Evet. Kahramanın iki ayrı kişi olma ihtimalini göz önünde bulundurarak özellikle yaptım bunu. Ayrıca kahramanın fotoğraf sergisine hazırladığı işlerinin adının çoğu sanat eserinin de olduğu gibi "İsimsiz" olması da bu durumuna bir gönderme. Yine karakterin sergi salonuna girmek için güvenliğe kimliğini bırakması da... Bir tür kimliğinden, var oluşundan ve dolayısıyla isminden sıyrılan karakter dramı var ortada.

Diğer kitaplarınızda olduğu gibi Karanlık Oda'da da gündelik hayatta herkesin yaşadığı gerilimler var. Bu gerilimleri okurken insan bir yerde kendi korkularıyla da yüzleşiyor. Sizce de öyle mi?

Katılıyorum. Amaç biraz da bu zaten... Kendi korkularımızla yüzleşmek. İnsanın karanlık tarafına doğru tedirginlik veren bir yolculuk yapmak... Yazarken gerilimi ve fantastik olanı gündelik hayat kılığında tasarlamaya gayret ediyorum. Bildik nesneler, ortamlar ve insanlardan oluşan bir korku tüneli fikrini daha sarsıcı buluyorum. Empati süreci, tedirginlik hissi ve rahatsız edicilik boyutu olarak böylesi daha iddialı...

Oldukça üretken bir yazarsınız. Bu üretkenliğinizin ve yaratıcılığınızın reklam yazarı olmanızla bir ilgisi olabilir mi?

Tam tersi olabilir. Çok yoğun bir mesaiye rağmen kalan vaktimde yazmaya çalışıyorum. Reklam yazarlığı başka bir disiplin tabii. Edebiyatıma ne olumlu ne de olumsuz etkisi olduğunu düşünüyorum. Fiziksel olarak vakit sorunu yaratması dışında bir etkisi yok, reklamcılığın yazarlığıma. Bunu da büyük bir sorun olarak görmüyorum açıkçası. Kafamdaki romanı yazıyorum eninde sonunda. Sürecin daha uzun sürmesi o kadar da önemli değil. Bir yere yetişmiyoruz sonuçta.

Romanlarınızdaki kahramanları oluştururken nasıl bir çalışma içine giriyorsunuz? Çevrenizdeki insanları sıklıkla gözlemler misiniz?

Roman kahramanlarını çevremdeki insanlardan ve olaylardan etkilenerek oluşturmuyorum aslında. En azından gözlemlerimi doğrudan aktarmıyorum romana. Konunun odağına uygun bir hale getirecek filtrelerden geçirmeye çalışıyorum gözlemlerimi. Konuya uygun olmayanları çok etkileyici bulsam da eliyorum. Romanımın bir tespit ve gözlem tutanağı olmasını asla istemem. Genel olarak da bir köşeye çekilip gözlem yapan adam profiline uygun değilim. Tabii ki bazı takıntılarım ve algıda seçici olduğum durumlar var ama tipik bir gözlem adamı sayılmam. Kişisel gözlemlerimden çok hayal gücüme başvuruyorum yazarken.

Oluşturduğunuz roman kahramanlarının etkisine, onların çekim güçlerine kapıldığınız oluyor mu?

Hayır. Ben karakterlere dışarıdan bakma ve olayların tamamen benim kontrolümde olmasına çok özen gösteriyorum. Karakterin kontrolünü en çok kaybettiği durumları yazarken daha çok kontrollü oluyorum. Böyle bir ters orantı var bence yazarlıkta. İnsan içine gömüldüğü duguyu değil de dışardan bakabildiği duyguyu daha ayrıntılı ve sağlıklı aktarıyor. Kendi duygularımla değil okurda yaratmak istediğim duygularla ilgileniyorum.

Okuyuculardan nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Tek tük tepki alıyorum. Onlar da genellikle internet ortamında oluyor. Genelde tepkiler olumlu. Kitap kapağından korktuğunu söylüyor bir de çoğunluk. Bu da hesaplanmış bir durum tabii. İçeriğe dair bir tür uyarı...

Son olarak önümüzdeki yıllarda sizin kaleminizden okuyacağımız neler olacak? Bir sonraki romanınız ya da öykünüz yine korku türünde mi olacak?

Yeni roman çok taze olduğundan şu sıra kafamda yeni bir proje yok. Ancak roman yazmaya devam edeceğimi ve benzer temalarla boğuşacağımı hissediyorum.


röportaj: Harun Karaburç


******************


Milliyet - Cadde röportajı:

“AMACIM OKUR SAYISI KADAR KABUS YARATMAK”

“AMACIM OKUR SAYISI KADAR KABUS YARATMAK”

Gündelik hayatın içerisinde gizli gerilimi bir tür edebiyat aracı olarak kullanan Hakan Bıçakçı, şizofren bir karakterin dış dünyayla sınırlı ilişkisini ele alan ‘Karanlık Oda’ adlı yeni romanında yüzünü biraz daha sadeliğe döndüğünü söylüyor

Hakan Bıçakçı, okurunu gündüz vakti avlayıp, geceye kaçıran yazarlardan. 1978 doğumlu Bıçakçı, 2002’de çıkardığı ‘Romantik Korku’ isimli ilk romanından beri, gündelik hayatın içerisinde gizli gerilimi bir tür edebiyat aracı olarak kullanmaya devam ediyor. “Benim derdim gündelikle” diyor ve ekliyor: “Öyle ortada bulunan, hemencecik seçilebilen büyük dramları sevmiyorum.”

‘Romantik Korku’dan beri gündelikten beslenen bir yazarsınız...
Açıkçası benim edebiyat anlayışım daha çok minör olaylar üzerinden gelişiyor. Belki de büyük dramları anlatmakla ilgilenmediğimden, gündelik hayatın içerisinde geri planda kalmış ama aslında edebiyatın nesnesi olmayı fazlasıyla hak eden durumları ve karakterleri çok seviyorum. Böylesi ayrıntıları romanın merkezine oturtmak benim amacım. Ayrıca bu yolla okuyucuyu daha klostrofobik, daha kaçışsız bir noktaya çektiğimi düşünüyorum. “Bu benim başıma gelmez” denilen olaylarla okuyucuyu yüzleştirmeyi, onları bu yüzleşmeyle birlikte tetiklemek hoşuma gidiyor. Haliyle, “Karanlık Oda”da da rotam değişmiyor.

‘Karanlık Oda’yı sizin edebiyatınızda hangi farklı noktalarla birlikte düşünmeliyiz?
‘Karanlık Oda’ ile yüzümü biraz daha sadeliğe döndüm. Çok bilinçli bir tercihle minimal bir roman yazmak istiyordum. “Karanlık Oda”, diğer romanlarıma nazaran çok daha az karakter, çok daha az olay içeriyor ve bu çizgiye yardım eden sade bir dil taşıyor. Şizofren bir karakterin dış dünyayla sınırlı ilişkisi üzerine bir roman. Bu sefer merkeze oturtulmuş tek bir karakterin üzerinden okuyoruz tüm o karmaşık düşünce biçimlerini.

‘Karanlık Oda’ dingin ama bu dinginliği okura bir tür gerginlik olarak aktaran bir roman. Bu romana ‘dingin’ demek ne kadar doğru öyleyse?
Üstte dingin bir yapı olduğu doğru ama alta doğru inildikçe çok daha katmanlı durumlar var. Belki klişe bir benzetme olacak ama buzdağının altında kalanlar esas olan. Göndermelerin açık ve birbirine bağlı olduğu, neden-sonuç ilişkilerinin doğru bir biçimde kurulduğu bir yapı yok bu romanda ve bu yokluk, bir tür boşluk demek oluyor. Bu boşluğun dinginliği kıran bir güç olduğunu düşünüyorum. Bu boşluk, okuru romanı çözmek konusunda aktif olmaya itiyor. Böylesi bir okuma, dingin bir okuma sayılamaz bana kalırsa.

Okuyucular o boşluklara kendinden ne katabilir?
Çağın bireyinin kendisiyle yüzleşmesi ve bu yüzleşmeyle birlikte kendine ve de çevresine yabancılaşması gibi çok temel bir konu işleniyor romanda. Amacım okur sayısı kadar kabus yaratmak. Çok bilinçli olarak romanda ucu açık bırakılmış öğeler var. Bu öğeler okuyucunun hayal gücüyle anlamlansın istiyorum.

Romanın baş karakteri bir fotoğrafçı. Sizin için bu romanda fotoğraf neyi temsil ediyor?
Fotoğrafın zamanı kaydetmekle ilgili çok ciddi bir iddiası var. Ayrıca fotoğraf, hayatın sürekliliğine meydan okuyor. Yine de, tüm bu gücüne rağmen, bir yanıyla soğuk ve yabancılaştıran bir makine. Romanın ritminde kadraj hissi olsun, fotoğraf duygusu hissedilsin istedim. Fotoğrafın ‘yabancılaştırma’ gücünüyse karakterimin şizofrenisiyle birleştirdim. Zaten romanın dili bile bu kadraj hissiyle birlikte şekillendi. Peş peşe ilerleyen resimlerin etkisini yakalamak için, kısa, net fakat etkili cümleler kurmak zorundaydım.

Fotoğrafın bir diğer özelliğiyse hafızayı ve geçmişi deşmek için kullanılabilecek en etkin araçlardan biri olması. Sizin hafızayla aranız nasıl?
Her şeyi hatırlayan ya da her şeyi unutan bir hafızam yoktur, orta halliyim diyebilirim. Fakat hafıza konu olarak çok ilgimi çeker. Hafıza üzerine yazılmış hemen her şeyi okumaya çalışıyorum.

“Yazarken kendimi geri planda tutarım”

“Macera peşinde olmayan istikrarlı bir gündelik anlayışım var fakat karakterlerim, benden ayrı olarak, çok farklı noktalara taşınmak zorunda. Ayrıca, biraz sakin olmam ve kendimi dizginlemem lazım ki karakterlerimi kendi hayatıma çekebileyim. Bir arkadaş ortamı, işe giderken yolda geçen zaman gibi tüm o belirgin anlarda bile aklımda romanlarım döner durur. Kendimi romanlarıma çok fazla katıp bu yolu tıkamaktan kaçınıyorum.”

Röportaj: Fırat Demir



***************


Umarım kendisi hakkında bir şeyler anlatabilmişimdir. Çoğu zaman yazdıklarımı beğenmiyorum ne yalan söyliyim ama yine de yazıyorum bir şeyler paylaşmak hoşuma gidiyor.

Kendisine de selamlar burdan...:))

16 Şubat 2011 Çarşamba

Örtmenim:))



az önce bir karikatür gördüm nette dolaşırken.

hayatta en acı şey herhalde bu karşılıksız aşktır kimilerine göre.

ama...

daha acısı da var.

o da;

o kişinin bunun farkında bile olmaması.


***********


off olmadı bu..


aslında bunları yazmayacaktım ben...karikatüre dönelim o zaman.



"ben öğrenciye öğrenci demem, örtmenine aşık olmadıkça."





evet kesinlikle böyle düşünüyorum. elimde kanıtlarım da var.

şimdi karikatürdeki çocuğa bakın.

akşam, okul çıkışı, yağmurun altında sırılsıklam, örtmenine yazmış olduğu nota bakıyor.

pek tabi örtmeninin meşhur kırmızı pilot kalemiyle düzeltilmiş bir şekilde kelimeler.

yaa çok can acıtıcı değil mi bu şimdi?

nerden çıktı bu karikatür karşıma ki şimdi, çok moralim bozuldu:(

o öğrencilerden biri de bendim... böyle bir not yazmadım ama yani hareketlerimle çok fazla belli etmişimdir o örtmeni çok sevdiğimi.

yaa ben böyle olsun istemiyorum ama..sonuçta bir karikatür yani ama niye bu şekilde tepki vermiş ki bir örtmen. vermesin. azarlasın daha iyi. böyle bir şey olamaz desin daha iyi. bu hepten duygularıyla oynamış ki ama:((

yerim ya ben bunu:) kıyamam gözyaşlarına:))



**selçuk erdem imzalı bir karikatürdür.




13 Şubat 2011 Pazar

Zakkum ve Yüzük (yeni albüm "13"ten)

selamlaaar:)

Zakkum'dan daha önce bahsetmiştim sizlere..yeni albüm ne zaman çıkacak diye beklerken albüm çıkmadan yeni albüm "13" ün ilk video klibi "Yüzük" ile tanıştırıldık.

şarkı arabesk-rock karışımı olmuş sanki. yani "sevdiğim kadının adını kızıma verdim" temalı bir şarkı.

ben çok beğendim bu şarkıyı..tekrar tekrar dinledim saatlerdir de dinliyorum.

efendim albümde 21 şubat'ta çıkıyor..duyurulur.içinde 13 şarkı olacak..ayrıntıları vermiyorum çünkü bende öğrenmek istemiyorum. sürpriz olsun:)



sözlerini yazalım..

bir yüzük olacaktı parmağında
onlarca yıl geçti oysa
bir tebessüm kaldı
ikimizin de dudaklarında

geçmiş günleri hatırlayınca
keşke'ler kalıyor bana

saçlarımıza beyaz düşmemişken
farklı hayatlar seçmemişken
durdurmadık, durduramadık zamanı...

kendisi bile bilmiyor ama
hatırlatsın diye seni bana
gözleri pek andırmasa da
ismini verdim küçük kızıma...

klibi...




klipten iki kare...

yusuf'un kucağındaki kız çok tatlı.









10 Şubat 2011 Perşembe

9 Şubat 2011 Çarşamba

Aşk Tesadüfleri Sever...


Sever mi?

Bence aşkın seçme şansı pek yok. O her şeyi bir şekilde seviyor zaten.

Yalan mı?


*****


Dün arkadaşımla (Banu'ş) Mehmet Günsür ve Belçim Bilgin'in oynadığı şu Ömer Faruk Sorak filmine gittik. Filmle ilgili çok şey okudum, dinledim. Açık söylemek gerekirse biraz önyargıyla gittim filmi izlemeye ama çıkışta hiç de öyle bi düşüncede değildim... Önyargılarım genelde, başka bir filmde görmüş olduğum şeylerin bu filmde de görmüş olmamdı. Hem de birebir. Onları yazacağım zaten birazdan.

Ama öncelikle...

Efendim filme gitmeden önce, dün filmin müziklerini dinledim ben. Bir tanesi kendisinden pek haz etmedim sanatçı olan Şebnem Ferah'a ait Hoşçakal şarkısıydı. Bu kadını bir ben sevemedim sanırsam. Sorun sende değil Şebo, sorun bende bebeğim.

ama şu şarkıyı dinleyin sindirin öyle gidin filmi izleyin derim ben.





Şimdi sıra geldi filme..

- Filmde esas oğlan yani Mehmet Günsür'ün adı Özgür Turgut olarak geçiyor. Bu aynı zamanda fotoğraf sanatçısı olan Mehmet Turgut'tan esinlenilmiş, hatta bilerek konulmuş bir isim. Çünkü filmde ilk başlarda Özgür'ün fotoğraf sergisinin açılışında kendisi de ordaydı. Bir nevi konuk oyuncuydu filmde.

-Bir de ben Mehmet Turgut'un üniversite mezunu olmadığını biliyorum. Filmde Özgür üniversiteye gitmemiş alaylı ama başarılı fotoğraf sanatçısını canlandırıyordu buradan da şey yaptım.

-Mehmet Turgut'un 46 dergisinde Özgür'ün sevdiği kız olan Deniz kapak kızı olmuştu.

-Mehmet Günsür'den Eylül akşamı'nı dinlemek beni çok dellendirmedi açıkcası. Hayır şarkıyı ilk tabi ki de Ortaçgil'den dinledim ama bu filmde de Günsür'den dinlemek bana hiç de sıkıcı gelmedi. Hatta beğendim de denilebilir.

-Mehmet Günsür'ün eylül akşamı'nı söylerken hani diyor ya "aynı anda başka insanlara seni seviyorum demişizdir." orada bir bakışı var aynen şöyle: "nasıl deriz ya başka insanlara, biz nasıl bu kadar birbirimiz için geç kalmış olabiliriz. Biz birbirimizi bulmasaydık eğer onlarla hayatımızı tüketecektik." gibi bakmıyor mu ya..Bence tam da öyle bakıyor...
Sonra, sonra Özgür kıza diyor ya böyle içinden geldiği gibi, çok derinden ama aşkından sarhoş gibi bir de "sen nerdeydin şimdiye kadar?" diye...işte orada ben bitiyorum.

-Mehmet Günsür'ün kollarında sevdiceği Deniz'i 3739 kat yukarı taşırken çalan şarkı Demir Demirkan'dan Zaferlerim, cuk oturmuş o sahneye, hatta ben bir an "noluyo ya adam kızı bir şeyden mi kurtardı da ben fark etmedim" diye de dedim içimden.
Öyle demeyin ama ya. Adamın kalbi zaten bir kendi için atıyor kızı kan ter içinde yukarı taşıdı, canı çıktı adamın. Aşık dediğin böyle olur işte filan.

-Özgür'ün babasına diklendiği sahnede(İstanbul'a gitme meselesi) saçlar uzun filan hoş olmuş Günsür.

-Bir de orası değil de bu Özgür'ün babasının dükkanında hazine kutusunun içinde babasının sesini kaydettiği bir kaset var ya. Özgür onu dinliyordu ağlaya ağlaya.
Hah işte orası. Oradaki yapmacık ağlamanı hiç sevmedim olum. O nasıl bir ağlamadır öyle. Yapmacık demeyelim de ya ne biliyim oradaki ağlaman bana hiç koymadı, dokunmadı neden bilmiyorum.

-Buna değinmek bile istemiyorum ama "Jeux d'enfants" türkçe adıyla "Cesaretin var mı aşka" filminde yer alan o meşhur hazine kutusu'nun bu filmde de olması bana çok fazla rahatsız edici geldi. Hayır başka bir şey yok muydu sanki aklınıza gelmiyor muydu..

-Hazine kutusu demişken. Bu Özgür ve Deniz'in çocuklukları ne kadar şekermiş öyle. Hele Özgür'ün küçüklüğü nerdeyse Mehmet Günsür'ün küçüklüğü gibiydi. Ama gel gelelim ergenliklerine allahım o nasıl bir metamorfoz geçirmedir öyle. İkisi de bir garip şimdiki hallerine hiç benzemiyorlar.

-Veee tabi ki Ankara... Filmde çocukluk yılları Ankara'da Gazi mahallesinde geçiyor.
Çekimler güzel. Seğmenler, Kuğulu, Tunalı...ve Atakule..
filmde bir de şöyle bir laf geçiyor "bir Ankaralı için İstanbul başkasının çocuğu gibidir.Gülünce seversin, ağlayınca bırakıp gitmek istersin."

Bu filmde en çok konuşulan şey herhalde bu kadar tesadüfün olamayacağı düşüncesiydi. Ama bütün gün düşündüm hatta rüyama bile girdi bu film dün gece.
Bugün yolda yürürken daha dikkatli baktım etrafıma. Acaba diyorum bu yanımdan geçen kişiyi ben başka bir yerde görecek miyim, tanışacak mıyız ya da bu kişi benim hayatımın merkezine oturacak kişi olabilir mi acaba..gibi düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Hı şimdi siz benim "olamaz mı, olabilir" dememi bekliyorsunuz. Ama demiycem..Dün bir dedim Kıvırcık'a bana ettiği laf şu oldu "bunlar anca filmlerde olur, bak mesela bu film"..Hemmeen, hiç zaman kaybetmeden gömdü bana lafını.

Ne istedin olum benden ve saf duygularımdan..



Ha filmin sonu hakkında pek bir şey demedim ama sonunda ağlacakasınız mutlaka demedi demeyin. Ki ben hemen hemen her sahnede (Özgür'ün babasına bağırdığı, Deniz'in dedesinin öldüğü, Özgür'ün hastalığı...) ağladım.

Yalnız şunu tekrar söylemek istiyorum şebnem'in şarkısı harika olmuş o sahne için.

Bence gidin izleyin bir şey kaybetmezsiniz. Hele ki ağlamaya bu kadar istekliyseniz kaçırmayın derim.



8 Şubat 2011 Salı

Hayko Cepkin'den "Aşk Kitabı" (Nilüfer'le düet)


Hayko'dan Aşk Kitabı'nı dinlemek ister misiniz a dostlar.

Nilüfer'in son çıkan "12 düet" albümünden kendileri.




7 Şubat 2011 Pazartesi

Halil Sezai Paracıkoğlu


İncir reçeli filminden bahsetmiştim. birkaç gün sonra vizyona girecek. tabi buraya gelirse bende gidip izliycem. malum herkes gibi bende direkt filmin içinde geçen o 45 saniyelik şarkıya vurulmuştum.

bu hafta okan bayülgen'in konuğuydu başrol oyuncuları ve yönetmen.

ve Sezai hem benim filmin fragmanında dinleyipte vurulduğum şarkıyı söyledi. hem de "olsun" adındaki şarkısını seslendirdi elinde gitarıyla..

videoyu iyi izleyin ve orada Cem Adrian'ın Sezai'ye olan pür dikkat bakışlarını kıskanın. ne kadar güzel bakıyor dimi. böyle hani "hiç beklemezdim böyle bir ses. adam durdu durdu en sonunda patladı sahnede. helal olsun." gibilerinden bakmıyor mu..yoksa bana mı öyle geldi.