18 Eylül 2012 Salı

Bir Tedirginlik Sanatı: Şiir / Sarkacın Kalbi & Şükrü Erbaş


Şiir, insanlığın yalnızlığına tutunma çırpınışının öteki adıdır. Bir itiraz, bir mutsuzluk bilinci halinde yaşadığı dünyaya, sözcüklerle katlanma gerekçeleri yaratmasıdır. Dünyayı meşru kılma eylemidir. Varlığına ilişkin, başkalarının yaptığı tanımları reddedip, insanın kendi anlamını oluşturmasıdır. Sığındığı her şeyin, mezarı olduğunu görmüştür. Çok özel bir ürperme hali olan aşk bile, ikinci gün, bütün ağızlarda aynı cümleyi kurmaktadır. Bu aşağılanmaya teslim olmamak için, insanın kendi kalbinin bile dışına çıkma girişimidir şiir. Zamanın kuşatmasına karşı, bir özgürlük tasarımı oluşturma güzelliğidir. Kendi uzaklığı için, insanın, insanlara sunduğu bir özürdür. Kalabalığa gönderilen bir yalnızlık elçisidir. Tamamlanmış her şeye karşı geliştirilen bir yetmezlik bilincidir. O 'uzun denklem'dir, kirpiklerle kalpler, eşiklerle ufuklar arasına çekilen. İnsanın kendi hayatını, başkalarının mürekkebi ile temize çekmesidir. Benzer kaderleri yaşayanlara sunulan bir güven duygusudur. Hayal anahtarıyla gerçeğin kapısını açma büyüsüdür. Şiir, harflerden kaçan ikinci hayattır. Gelecek hayatlardan pay isteme doyumsuzluğudur.
   Bir tedirginlik sanatıdır şiir, yakınlıktan da uzaklıktan da aynı pişmanlığı duyar.
   Kenar mahallelerin geri dönüş saatleridir şiir. Kasaba kahvelerinde, dışarıya hiç bakılmayan pencerelerdir. Önüne bakan insanların katettiği yollardır. Bir çocuk bakkaldan çıkıyor, avucunda küçücük bir güneş; şiir, çocuğun bakkala girişidir. Yoksulluğun, arka cebinde taşıdığı aynadır. Kalbinin insana bağışıdır ki, sinema afişlerinin yalana döndüğü yerde, insanın elinden tutar. Işıkların değil, gölgelerin türküsüdür. Bir kadının kirpikleriyle çizdiği gözyaşı haritasına, adamın kuramadığı cümledir şiir. Annelerin güneşe serdiği kış yataklarıdır. Tenha evlerin, sokaklardan hıncını almasıdır. Bir halkın, silahlarına çocuklarını sürdüğü o varlık savaşıdır. Askerlerin otobüsten indirdiği kızın götürüldüğü yerden çok ötesidir. Okul önlerindeki çocukların, aynaların karşısında ezberlediği noktasız sözlerdir. Yolu her gün biraz daha kısalan bir ihtiyarın, bahçesini sevmesindeki hazırlıktır şiir. Hapishane camlarından içeriye dolan seslerdir. Aşkın, kendisini hem bulduğu hem yitirdiği tek çaresizliğidir. Zamanın kalbe açtığı kesiklere, yine zamanın bastığı küldür.
   Bir uzaklaşma sanatıdır şiir, herkesi yanına alarak uzaklaşma...
                                                                                                                                            2001

12 Eylül 2012 Çarşamba

yazmayayım diyordum ama...

Mini mini birler okula başladı pazartesi günü.
O kadar şirin görünüyorlardı ki.
Kocaman pembe ya da mavi çantaları sırtlarında
Elleri annelerinin babalarının avuçlarına saklanmış
Minicikler daha ve kabul etmek gerekir ki daha akıllılar
Ya da çok bilmiş de denebilir eheh:)

Efendim 2 gündür haberleri izliyorum.
4+4+4 zımbırtısı var ekranlarda
Bir tane velinin de olumlu şeyler söylediğini duymadım.
Hele dünkü haberlerde genç bir anne çocuğunun
Nefes darlığı olduğunu ve 1.sınıf çocuğunun 3.kata 
Her teneffüsten sonra nasıl çıkacağından yakınıyordu.
Haklıydı. Tayyip bey bu sistemden bahsettiğinde herkes tepki gösterdi
1.sınıf, 66 aylık bir çoçuğun 2-3 kat nasıl çıkacağını
O merdivenleri nasıl tırmanacağını söylediklerinde
Tayyip'in açıklaması çok basit "1.sınıfları zemin kata koyarız."
Peki böyle oldu mu?
Hayır.
İstanbul'un göbeğinde bir ilköğretim okuluna gidildi dün haberlerde gördüm
Ortalık ana baba günü veliler tepkili
Lavabolar miniklerin uzanamayacağı şekilde hayli yüksekte
Daha da kötüsü tuvaletler pis, fayanslar kırılmış.
Lavaboların yükseliğini ise müdür bey şöyle açıklıyor
"E bu okulda büyükler de küçüklerde okuyor kime göre yapacağız ki biz bunları"
Yine daha da kötüsü lavabolar sallanıyor
Hatırlarsınız Efe Boz vardı anaokulunda tuvalette başına lavabo düştü
Lavabo sallanıyordu. Efe öldü 
Daha 6 yaşındaydı ve yetkililer buna "ölümünden kimse sorumlu değil" dediler.
Yetmedi acılı anneye "oğlunuz cennete gitti ne mutlu size" denildi.
Efe cennete gitmek istemiyordu o yaşta
Anne ve babasından ayrılmak istemiyordu 
Daha lunapark'ta Yeterince zaman geçiremeden
Denize bile çok gidememişti belki
Hem daha okuyup büyük adam olacaktı 
Ne cennetinden bahsediyorsunuz siz allah aşkına 
O lavaboyu öyle görünce hemen bu olay geldi aklıma.
Ya böyle bir şey daha olursa yine çocuğunuz yaramazlık yapmış
cezasını bulmuş işte mi diyecektiniz bu sefer de.
Ne terbiyesizce ne vicdansızca bir tutum.

İstanbul'daki o ilköğretim okuluna dönersek eğer.
Sınıflarda öğrenci sayısı 59-69 ve 79 arasında değişiyor
Bunlar daha 1.sınıflar ve yaşları önceki yıllara göre daha küçük
Bu çocuklar okuma yazmayı 2 kişilik sıralarda 3-4 kişi oturarak
Nasıl öğrenecekler. 
Veliler tabi ki de isyan eder.

Bugün de Tayyip'in bu okuma yazma bilmeyen miniklere dağıtmış olduğu
Mektubu gördüm. Popstar posteri gibi sanki odalarını süsleyecek
Bir kız çocuğu bu mektubu ikiye ayırmış, yırtmış ortasında kendi yüzü gülümsüyor.
Cin gibi bakıyor ama minik gözleri o kız çocuğunun.

Şimdi içinizden ohh iyi yaptı yırttı diyorsunuzdur.
O adam saçma salak bir mektup yazıp 
El kadar çocukları siyasete dine bulaştırıyorsa
Analarının babalarının gözüne girmeye çalışıyorsa
Bu çocuk da bunu yapar.
Diyebilirsiniz.
Ama ben yine de çocuğumu öyle bir poz verip
İnternette deşifre etmezdim.
Çünkü çocuklar en masum yaşlarında
En kirlenmedik en temiz.
Bunları bu tür şeylere bulaştırmaya hiç de gerek yok.

Evet sinirliyim
Dilan bebek daha 3 yaşında tecavüze uğradı.
Hastaneye boncuk yuttu yetişin diye getirildi
Ama araştırma sonucu tecavüze uğradığı anlaşıldı
Ve Dilan bebek öldü
Daha 3 yaşında 13 ya da 23 değil
3
Tek bir rakam bir basamak.
Utancımdan yerin dibine girdim ben
Bunu yapanlar ne yapıyorlar acaba şimdi
Eminim benim/bizim kadar rahatsız değillerdir

Bu yazdıklarımı tekrar okuyup imla hatası yapıp
Yapmadığımı merak ediyorum ama kendimi tutamayıp
Küfüre varan şeyler yazabilirim diye okumak istemiyorum.
Ne de olsa kötü söz sahibine aittir değil mi?
Böyle avutuluyoruz senelerdir.
Aman ne terbiyeliyiz ne asil
Amk.

7 Eylül 2012 Cuma

aşk hiç biter mi?

Hani der ya şarkıda:

"Kalır dilimizde yinelenen bir şarkıda,
Bir okul çıkışında, bir çocuk bakışında." diye.

Ben hala o okul çıkışında kalanlardanım..
Çünkü ilk aşk ya da ilkokul aşkı diye bir şey var.
Evet var şimdi bana açıklama yaptırtmayın 2 sayfa.
Son iki senedir O'na rastlıyorum işte ben böyle arada.
İlkokul aşkım.. Hatıra defterine;
"Seni çok seviyorum ama sakın yanlış anlama." yazan minik gözlü insan.
Geçenlerde bakmıştım o deftere de. Ne anılar geldi aklıma.
Sınıfta erkeklere sataşırdım, sonra da onun arkasına sığınırdım.
Tabi ki de beni korurdu.
Bir ara başkan olmuştum o da yardımcım hatta.
Sınıf bizden soruluyordu. Sıra arkadaşım oldu bir zaman.
Sonra koptuk.. Ne bileyim bende unuttum okul ders derken.
Şimdi görüyorum sokakta şurada burada.
Konuşuyoruz merhaba merhaba..
Bakışıyoruz hadi bir şey sor da muhabbet uzasın diye
birbirimize bakıyoruz.
Konuşmamda sıkıntı yok sabaha kadar konuşabilirim.
Ama onda kitleniyorum. Rengim kırmızıya dönüyor.
Heyecanlanıyorum..
Ne bileyim böyle işte.
Bir adım atsa ben onla yürürüm sanki.

(bunları dün gece yazmıştım şimdi çok sinirliyim ve bu romantik(!)
mevzuyu bir başka başlıkta konuşmak üzere noktalıyorum.)

Grup Yorum'un Uğurlama'sı ne güzeldir değil mi?
O "yare ulaşmadan düşersen eğer" kısmına ne vurgunum.
Sanki gerçekten düşecekmiş gibi değil mi?
O "eğer" i çok içten söylemiyor mu bayılıyorum.
Çok etkileniyorum o şarkıdan..

Bir de bir genç tanıdım dün.
Hayatımda gördüğüm en cool insanlardan biri herhalde.
Adı: Evgeny Grinko
1 albümü var, rus. Bu kadar. Hakkında çok şey bilmeden sevdiğim
o ender insanlardan biri.
Şöyle bir eseri ve icrası var ki dinlenmeye değer.
Bırak dinlemeyi etkisinden çıkamayacaksınız bir süre.



Bu kadar müzikten ve aşk gibi çok da ilgilenmediğim bir konudan
bahsetmek yeter.
Bugün çok üzüldüm ben.
Yine konu insanlar.
Çok fazla ciddiye aldığım yok.
Sevdiğim de yok zaten öyle çok.
Ama hakkımda öyle atıp tuttukları canımı sıkıyor.
Bana "sen ona mı darılıyorsun ben onun lafıyla su içmeye gitmem." deniliyor.
İyi güzel ben de ona güvenmiyorum da nedir bu kadar benle uğraşmaları.
Hiç durmamaları. Hiç doymamaları.
Çok utanıyorum çok.
Bu tip insanların burnumun dibinde olmasından çok utanıyorum.

Hani klasik bir laf vardır ya alıp başımı gidesim var diye deriz.
Hah işte bende alıp başımı Bademler köyüne gitmek istiyorum.
Hem gelişmiş hem de ege gibi sımsıcak insanları var ne güzel.
Okuduğum birkaç romanda da çok güzel anlatılmış İzmir
onun da etkisi büyük tabi bunu es geçemem.
İzmir'e hiç gitmedim ama gitmeden özlediğim tek şehir orası galiba.
30umda orada yaşıyor olacağım. Yani 7 yıl sonra.
Niye 30 bilmiyorum. Bilmem 30 önemli bir yaş değil midir?

Ne diyordum hah işte..
Dizimi de izleyemedim ya İşler Güçler'i.
Zaten keyfim yok nefes alamıyor gibiyim.
Bir de her gün yeni bir şehit haberi.
Bu ne lan pisi pisine ölüyoruz.
Halen daha askeri davulla zurnayla uğurlayanlar var mıdır acaba?
Varsa ben onların aklına ne desem az.
Ben erkek olsaydım askere gitmemek için elimden geleni yapardım.
Hiç kusura bakmayın canımı sokakta bulmadım.

Cumartesi hukuka giriş sınavım var aöf.
Radyo tv okuyorum da 2 yıllık onun şeysi.
Geçenlerde (2 gün önce) bir radyo programcısının kitabını okudum.
İlerde bende öyle olmak isterim doğrusu.
Hem konuşurum hem yazarım hesabı.
Ne güzel olur..

Bu gecelik benden bu kadar.
Hah bu arada rüyamda sürekli bir 30 yıl daha yaşayacak değilim ya diyordum.
Niye diyordum hatırlamıyorum. Normalde rüyalarımı hatırlamam zaten.
Bunu hatırlıyorum ama. Söyleyeyim dedim.
Bana iyi davranın üzmeyin şu kızı bak yarın bir gün ölürsem görürsünüz
Hıh!:)

5 Ağustos 2012 Pazar

Hiç sevilmediğini bilirken, biraz olsun ve vaktiyle de olsa sevilmiş olduğunu düşünmek ne büyük acıydı?

Leyl; Aşkın Karanlık Yüzü'nde geçiyor bu cümle. Ne kadar acı değil mi? Okurken çok üzülmüştüm Melih bey'in haline. Düşünsene birini deli gibi seviyorsun ama o kadın bir başkasına aşık, seni sevmiyor. Ve sen o mutlu olsun diye bu aşka göz yumuyorsun, sırf saadetimiz (aman ne saadet!) bozulmasın diye. 
Jale Demirdöğen'in üçüncü romanı Leyl ve benim de okuduğum son romanı. Benim en sevdiğim romanı ise Kan Ağacı. Oradaki Derman... Allahım o nasıl bir karakterdir. Gözümün önünde kitapla büyüdü o çocuk. Tabi bunları bana hissettiren yazar Jale Demirdöğen. İzmir'e gitmiş, merdivenlerde oturan Derman'ın kıvırcık saçlarında elimi gezdirmiş kadar, o kadar bana hissettiren insan. Hep gülen, güzel gülen... İyi ki varsın, elinden kalem hiç eksik olmasın! :))


Ve az önce Veciz Sözler'i bitirdim. Biri bu Barış Bıçakçı'yı durdursun. Ya da yok yok durdurmasın o hep yazsın. İlk defa yaşayan bir yazar hakkında çok fazla bir şey bilmediğimi fark ettiriyor bana bu yazar ve ben buna çok sinir oluyorum. Tamam sözlükler filan okudum hepsini ama olum ne bileyim bir röportaj olur bir fotoğraf olur bir bi'şey olur yani. "Seyfi Teoman" Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in filmini çekti hala ondan bir haber yok. (Bu arada Seyfi hala benim için yaşıyor çünkü ben onu tanıyorum. Filminden tanıyorum evet bu kadar basit. Ben onu tanıyorum ve o ölmüş olamaz hele ki o yaşta ve o şekilde.) 
Biraz kendisine gıcığım, evet bu yüzden. Bir yazar bu kadar da kendini saklamaz ki arkadaş!
Neyse efendim güzel bir kitap Veciz Sözler. Bir radyo programı düşünün ve o programa her gün bağlanıp günün konusu ne ise, tek kelime, onun hakkında kulağınıza en güzel cümleyi fısıldayan bir adamın hayatını anlatıyor bu kitap. Tabi öyle çok başarılı ya da nasıl desem zengin bir adam değil bu. Yazarın diğer kitaplarında da hiç böyle bir ana karakter olmadı, olmasın da zaten. Hayatındaki arkadaşları (bir tane var), sevdiği kadını (karşılıksız olan evet Nesteren)... Bunlar var olacakta zaten ama asıl anlattığı adamın sevgiye aç olan kalbi ve yalnızlığı. Veciz sözler ise bu adamın yani Sulhi Saygılı'nın bir nev-i derdine derman olan tek şey.


Etkilendim. Bu iki kitaptan da etkilendim. Ee bir de tam etkilenmeye müsait bir dönemimdeyim aman diyeyim fazla bulaşmayın bana.


Güzel bir tatil yaptım geçenlerde.Çok gezdim, çok eğlendim. Sonra yoruldum şimdi dinleniyorum. Ama bir yandan da yapılması gerekenler var ve benim hiç uğraşasım yok. O değil de en son buraya martta yazmışım yuh bana! Ne kadar boşlamışım ne çok yazmamışım ki. "Güneş olmasaydı sözcükler aydınlatırdı dünyamızı." der Bıçakçı ee ben bayağı bir karanlıkta kalmışım:)
Yok yok kalmadım korkmayın sadece kafam insanlardan yana çok yoğun yine. Telefonum yine kapalı arayan ulaşamasın diye ulaşmak isteyende mail atsın. Zaten bu ara hep aranıyorum bilmediğim numaralar. Kimsiniz olum?!


Arkadaşım evleniyor! Bildiğin gelinli damatlı pastalı filan. "Nereye kızım e iş güç bir çalışsaydın sonra evlenirdin ne bu acele."diyemiyorsun tabi (aklıma İşler Güçler'deki "Diyemedim ya la!" repliği geldi:)) Bir yandan da kuzenimin bu sene sürekli dediği (niyeyse:D) "Kızım yedi sene sonra 30 olacağız!" lafı ve malum yerde vurgusu. Bu 30 o kadar yakın geliyor ki bana daha şimdiden. Aman yok yok hiç acelem yok benim iyiyim böyle.


Az dizilerden bahsedesim var hemen 5 dakika.
Leyla ile Mecnun 10 eylül'de başlıyormuş. Sedef ve Şirin diziden ayrıldılar yerine Melis Birkan kadroya dahil edilmiş. Ki kendisini pek sevmem en son İşler Güçler'de gördüm birkaç dakika. Ve Kamil'de başka bir dizide şu an o da ayrıldı sanırsam.


Behzat Ç.'yi de yayından kaldıracaklar zırvaları son sürat devam ediyor malum. Ama nereye kaldırılıyor ya ben Şule'ye el verdim bir yere gidemez o. (yanlış anlamayın sadece Ankara Kuğulu'da rastladım iki muhabbet ettik foto filan derken sevdik birbirimizi açıldı kız bana. Sakın diziden ayrılma dedim "yok dizideyim." dedi minicik gözleriyle gülümseyerek bana:)) 
Behzat Ç. yeni sezonda yine pazar akşamları ama 23:00'te ve sadece 65 dakika yayınlanacakmış. Ben boş durur muyum hemen verdim eksiyi Okumak isteyenler buyursun.
http://www.itusozluk.com/goster.php/behzat+%E7/sayfa/243

İki dizim de tatile girmiş bende İşler Güçler'i izliyorum. İyiler, güzeller. Tavsiye ederim.


Sherlock var bir de. Koca kış izlemedim daha yeni izliyorum. Neyse ki 2.sezona geçtim. Amma kısaymış ya 3-4 bölümle sezon mu bitermiş. Parası neyse verelim de çeksinler diye atarlanasım geldi de yok artık!:)


Şimdi El'e başlayacağım. Emre Kalcı'nın son kitabı. Yine kalbim kırılacak ama olsun...

30 Mart 2012 Cuma

Kinyas ve Kayra



"Eğer geçmeseydi Kuran-ı Kerim’in üstünden onlarca kuşak, ben inanırdım yazılanların hepsine. Ama inanmıyorum o onlarca kuşağın dürüstlüğüne. O onlarca kuşağın dinine sadakatine inanmıyorum! Çünkü insanı tanıyorum. Çünkü kendimi tanıyorum. Canı öyle çektiği için duaları değiştirecek her dinden kuşaklar tanıyorum. insan dokunduğu her şeyi kirletmiştir bugüne kadar. dinin kendini bundan koruması o kadar uzak bir ihtimal ki! Kimse gelip anlatmasın bana insanın iyiliğini, din kitaplarını. Ben sadece mucizeleri kabul ederim. Onlara inanmak, insan zekasının kötü tarafından çıktığı belli olan, yazılara inanmaktan daha kolay. Kızıldeniz’in yarıldığına, gerektiğinde kadının dövülebileceğinden daha çok inanıyorum. Çünkü mucize bana daha temiz geliyor. Ne birinin çıkarına, ne de bir başkasının zararına binlerce yıl önce bir denizin yarılmış olması. Ya da bir mağara girişinin örümcek ağıyla kapatılması.


.............

İnanılanın bu dünya dışından gelmesi gerekir beni benden alabilmesi için. İsmi fark etmez. Tanrı, allah, jah… Her neyse, benden olmamalı! Bendeki çıkarcılığı, kıskançlığı, hırsı onda da gördüm mü, soğurum yazdıklarından. Ama ben bilirim ki yine insandır onları ortaya serpiştiren. O kutsal kitaplara kanlarını karıştıran. İnanırsam birgün boyun eğerim iyiliğe. Ama matbaadan çıkmış bir kitaba inanmamı beklemek, zekamla alay etmek dışında benden insanın kötülüğünü de unutmamı beklemek olur. Tanıdığım o iğrenç türü de unutursam bir gün, inanırım elbet yazılanların hepsine…

Dürüst olalım… Dinler ve tanrılar! Hepsi ben ölünceye kadar."

Sayfa 120

19 Mart 2012 Pazartesi

Ben seni unutmak için sevmedim…



Bu Türk Sanat Müziği eserini bilmeyen yoktur herhalde.

Siz kimden dinlemeye doyamıyorsunuz?

Ya da hangi üstadın sesi sizi hüzünlendiriyor?

Bilmiyorum ama

Beni en çok Müzeyyen Senar’ın sesi ve yorumu mahvediyor.

Hele o “bana en acı haber kiminlesin” sözünü söylerken.

Hani öyle bir uzatıyor ki o “haber”i,

Ne kadar uzatırsam o kadar,

O haber benden uzak olacakmış gibi.

“Ne çok inanmış da öyle söylüyor.”

Diye düşünürüm her dinlediğimde.

Ve şarkı sonunda cidden gözler yaş dolu.

Hem bizim hem Müzeyyen Senar’ın.

Sesinden anlarsınız.


Şimdi bu şarkı nereden çıktı diyebilirsiniz

Ama…

Geçenlerde dinlerken dedim ki kendi kendime

“Biri bana ben seni unutmak için sevmedim dese

Ben bu sözün altında kalır, yaşayamam ki” dedim.


Şimdi size saçma gelecek okurken ama

“Tabi ki de yaşarsın” diyeceksiniz biliyorum.

Ama bir yaşamak var bir de “yaşamak” var.

Sen hangisini seçersin ki?


Yani insan birisini çok sevince

O birisi hiç gitmeyecek gibi düşünür ya

Ama o bir süre sonra gider.

Şimdi bana gitmez demeyin

Gider canlarım gider

Olan sana olur.

En fenası da ne biliyor musun?

Şarkıda da geçen

“şimdi sen kim bilir nerelerdesin” sözü

Bu bir soru değildir.

Çünkü cevabını biliyordur o.


Dilinden düşer,

Kalbinden hiç..

“adını içimden hala silmedim” dersin.

Ama bir süre sonra…


Bu süreleri, zamanları hiç ama hiç sevmiyorum.

Bana,

Ne zaman sonra unutacağımı,

Ne zaman sonra her şeyin eskisi gibi olacağını..


Zaman;

Bana bunları söylemesin.

Bana bunları kimse söylemesin.

Bana bunları kimse biliyormuş gibi anlatmaya kalkmasın.

Hem beni

Hem de kendini bir kez daha kandırmasın.


Son günlerde evet bu şarkıya takıldım

Ve son bir haftadır da bunları düşünüyorum.

Bu konular artık bana ağır gelmeye başladı sanırım.

Altından kalkamıyorum

Çok mu zayıfım,

Bilmiyorum.


Ama

Hani Turgut Uyar diyor ya şiirinde

“bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin” diye

Yeter gibime geliyor.

Yeter sanki.

Hı?


Yani sonuç olarak insanlar birbirlerini,

Sonradan unutmak için sevmemeli.

Öyle kolay olmuyor çünkü o.

O işler öyle yürümüyor,

Ben gibilerin hayatında.


Sen çıkıp gidersin.

Sen elini kolunu sallar,

Arkana bile bakmadan gidersin.


Sen çok da ezersin ama..

O ayağının altında

Toplasan,

Çıkarsan,

Çarpsan,

Bölsen,

Onlarca ceset çıkar.


Sen işte bu’sun.

28 Şubat 2012 Salı

Göğe Bakma Durağı




Göğe Bakma Durağı (Turgut Uyar)

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yanab otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

16 Şubat 2012 Perşembe

Leila (Leyla)


Neden seni bir çiğ damlası gibi
Böylesine titrek, böylesine hassas görmeliyim?
Oysa yorgun kalbim üşürken,
Şimdi donuk gözlerim acıyı taşıyor.

Sen,hayran olduğum düşsel kadın,
bir buz dağı gibi olan kalbin
Bütün insanlara acı çektirmek için mi böyle,
Yoksa sadece senin için yaşayanlara mı?

Eskiden yaşamayı yürekten severdim,
Birçokları gibi fırtınalı yaşadım
Ve şimdi benim için artık hiçbir şey önemli değil,
Çünkü hayatımı bir bardak su gibi çalkaladın.

Günlerim öyle yavaş, öyle sessiz geçiyor ki, sevgilim,
Ve sen çok uzaklardasın, bir o kadar da yakında,
Kalbimin yanında, duygularımın derinliğinde.
Seni tekrar görmeyi, sesini duymayı acı verircesine
Öyle çok istiyorum ki.
Ama hiçbir şey değişmeyecek: Benden öyle uzaksın ki.

Ratko

Leyla için

7 Şubat 2012 Salı

50/50 (2011)





Film; tehlikeli olduğunu düşündüğü için araba kullanmayı reddeden, ehliyeti bile olmayan, ölümden korkan, iyi niyetli, dürüst, işine bağlı 27 yaşındaki Adam'ın, kansere yakalanmasını ve bu süreçte yakın çevresiyle olan ilişkisini anlatıyor.

Spoilere geçmeden önce film hakkında kendi düşüncelerimi söylemek istiyorum acık.

Adam'ın birçok özelliğinin bana benzediğini düşünüyorum. Bunlardan en kendime yakın bulduğum olumsuz bir durumu hemen kabullenme duygusu. Hiç üstüne gitmeme. Hayır başka şeyde deli gibi hesap sorarken sağlık, hastalık gibi olaylarda hemen bir umutsuzluğa düşerim. Hemen aklıma en kötüsü gelir. Ölümden filan da korkum yok da nedir bu haller tavırlar anlamadım.

Film izlerken aklıma 1.5 yıl önce başıma gelen en berbat şey olan böbrek sancım geldi. Nasıl korkmuştum. Çevremde böbreğinden rahatsız olan kimse yoktu ve ben ilk defa böyle bir ağrıyla karşılaşıyordum. Belimi doğrultamıyordum resmen, sırtım ayrı fena. Soluğu acilde almıştık zeten o zaman. Neyse o zaman tahlil, ultrason bıdıklarından sonra doktor "böbreğinde..." dediği an aklıma o kadar abuk şeyler geldi ki. Tümör bunlardan biri mesela. Nasıl korktuğumu anlatamam. Korkum ölüm filan değildi başka şeylerdi o an. Sonunda doktor "sol böbreğinde kumdan büyük taştan küçük maddeler var." demişti. O an değil ama sonra anneme "Vay bee ne kum ne taş. Arası bir şey var böbreğimde. Eee aşağısı kurtarmıyor işte. Böbreğimdekilerde benim gibi cins." filan demiştim. Şimdi yazınca da bir gülümsedim.. Evet var bir değişik yanım.

Bu böbrek sancısı en azından taşını kumunu düşürdün mü geçer ama kanser öyle değil ki.

Neyse bolca kafa şişirip benle ilgili gereksiz şeyleri anlattıktan sonra filmle ilgili spoiler vermeye geçebilirim.
(izlemeyenler okumasın dememe gerek var mı bilmiyorum. ama tamam çok şaapmıycam bu sefer arkamdan küfür etmenizi istemiyorum çünkü.)

* Kansere yakalanmış Adam'ı oynayan, aslında 1981 doğumlu olan Joseph Gordon-Levitt.. Sen nasıl bir insansın. Bu kadar silik görünüp bu kadar nasıl başarılı olabiliyorsun her filminde. Hayır (500) Days Of Summer'da da yine böyle sönük bir tiptin. Çanta omzunda gezerdin. Yine kız tavlayamazdın. Sevgilin seni terk ederdi. E bakıyorum burada da aynısın. Sanki o filmin devamı gibi bu. Karakterler çok benzer ki (kanser olması dışında.).

* Adam'ın çok yakın ve hatta tek yakın arkadaşı, kankası Kyle.. Sen ne güzel bir dostsun öyle. Adam'ın hastalığını öğrendikten sonra onun moralini yüksek tutmak için "Atlatacaksın, iyileşeceksin.. Hadi gidip kendimize iki kız bulalım.. Haydi bara.." muhabbetlerinin ötesinde, tuvalette okuduğun "Kansere Birlikte Göğüs Germek" adlı kitabını nasıl unutabiliriz.
Kyle zıpır bir herif, sevgisini, endişesini pek belli edemeyen bir insan e bi de erkek olunca anca işi şakaya şebekliğe vuruyor. Ama hem Adam ve hem biz onun ne demek istediğini anlıyoruz.

* Adam'ın sevgilisi.. Seni hiç gözüm tutmamıştı zaten. Adam hasta olunca hemen buldun başka birini. Nasıl hem onla hem de Adam'la yapabildin seni adi!!

* Adam o kadar saf ve iyi niyetli bir adam ki aman tanrım yok böyle bir erkek ya. Ancak böyle filmlerde işte görüyoruz. Sevgilisi bunu kemoterapi sonrası tam bir 1 saat o soğukta bahçede bekletti ya. O merdivene oturmuş başında beresiyle (saçlarını kazıttığı için bere takıyor.) 6 yaşına dönmüş gibiydi sanki. O kadar içime oturdu ki o hali.

* Ve bir de Adam'ın ailesi var tabi. Oğluna çok düşkün, onun kılına zarar gelse dünyayı yakabilecek bir kadın. Ve alzheimer bir baba.
Filmde anne ön planda daha çok. Aslında her ebeveyn çocuklarına düşkündür tabi ki de bunu sırf hasta diye öyle anne gözüyle bakmamalıyız. Zaten filmde de bununla ilgili terapist hanım kızımızın bir sözü olacak.

* Terapist demişken..


* Filmle ilgili en sevdiğim diyaloglar şunlardı;



* Film müzikleri de bir o kadar güzeldi.. dinlemek için;



* Filmi çok önceden izleyecektim ama doğru düzgün bir altyazı bulamadım. Bu yüzden beklettim. Ve izledikten sonra anladım ki altyazıya gerek yokmış hiç. Çünkü Joseph Gordon-Levitt o kadar iyi bir oyuncu ki jest ve mimiklerinden anlıyorsunuz ne demek istediğini.

* Ayrıca Joseph Gordon-Levitt için en uygun yakıştırma şu bence.. Yakışıklı değil ama sempatik.. Bir kere küçük gözlü insanların kötü olma ihtimali olmaz ki hiç. Yani ben öyle düşünüyorum. Boncuk gözlüler candır. Bir de güzel gülebilenler..

* Bu üstteki filmle alakalı değildi değil mi? Tamam o zaman geyiğe düştüğüme göre söyleyeceklerim bu kadar..


5 Şubat 2012 Pazar

Zenne Dancer (2012)



Öncelikle ne zamandır yazmıyorum özledim klişesi yapmak istiyorum az. İşte olmadı kısmet ne diyelim gençler..

Neyse lafı çok dolandırıyorum ben bu yüzden hemen konuya giriyorum..

Geçen hafta Zenne'yi izledim. Hakkında ilk "bir şey yazmayayım" dedim ama bunun "içimde kalacağına yazayım." tarafı daha ağır bastı.. Ve bende malum siteye ve buraya yazdım düşüncelerimi..


----ağır spoiler içerir izlemeyen okumasın----

* Babanın namaz kıldıktan sonra seccadede kendini vurması. Annenin gelip, kocasını itip altından seccadeyi alması. Banyoya gidip seccadeyi yıkamaya kalkması. Sonra kurusun diye ipe asması ve seccadenin ucundan damlayan kan ile suyun annenin bembeyaz eşarbına damlaması.. Bu sahneden çok etkilenmiştim.. Eninde sonunda her şeyin gelip anneyi bulması bu kadar mı güzel ve etkileyici anlatılırdı. Sırf bu sahne için bile filmi bir daha izleyeceğim.

* Doğu (galiba Diyarbakır'dı) gibi bir yerde annenin bu kadar diktatör olmasını anlayamadım.. Kocasını küçük düşürmesi, itip kakması, sözünü geçirmesi ve hele hele kocasına tokat atması bana biraz fazla abartı gibi geldi. doğu kültüründe ataerkil bir aile yapısı var diye biliyordum ben.. Annenin o kadar dediğim dedik olması bana pek de inandırıcı gelmedi.

* Babanın, oğlunun eşcinsel oluşu hakkında "gözümle görmeden, kulağımla duymadan inanmam." demesi ve birkaç gün sonra elinde sadece iki dondurma ile gece vakti yolda karşılaşan oğlunu öldürmesi ne kadar mantıklı. Neyini görmüş ve neyini duymuş da öldürmüş oğlunu. Burası biraz aceleye mi gelmiş yoksa ben mi bir şeyleri atladım anlamadım.

* Doğuda, küçükken kız çocuklarını bale yapmaya yönlendiriyorlarmış bunu gördüm filmde. Ahmet'te kız kardeşinin üstünde elbiseyi görüp beğenir ve hemen elbiseyi giyip dans etmeye başlar.. Bin yılın klişesi bunlar ya yapmayın böyle. Az yaratıcı olun.

* Film ne kadar Ahmet Yıldız'ı andık ona ithaf ettik dese de ben bu filmde hiç de Ahmet'i tam anlamıyla göremedim. Sadece adı var gibiydi.
O kadar fazla karakter vardı ki filmde. Mesela Daniel. Adam savaş fotoğrafçısı ve bu işi yaptığı bir dönem kendisi yüzünden masum çocuklar ölüyor. Bunun vicdanını yapıyor senelerce. Tamam haklıdır da ama bunu Ahmet'le kesiştirmeniz hiç olmamış. Bir kere Ahmet'in Daniel'ı çok severken Daniel'ın onu bir baba şefkatiyle sevmesi, aşık bile olmaması, tutkusuzluğu beni sinir etti film boyunca. Hayır gerçekte böyle değildi ki Ahmet ile İbrahim. Bunu bile tam anlamıyla beceremediniz. Buna çok üzüldüm.

* Daniel nasıl bir insansa kaç kişi onun yüzünden öldü. Sende öl ulan!

* Ve son olarak Ahmet'in mezarına can değil de Daniel'ın gitmesini isterdim ben. Çünkü gerçek hayatta sevgilisi vardı sadece mezarının başında..

* Film müziklerini demir demirkan yaptı.. İyi ki de yaptı. Ben çok beğendim. Eline emeğine sağlık.

* Herkes Kerem Can'ı konuştu ama ben Erkan Avcı'yı daha çok beğendim filmde. Ahmet'i canlandırması olabilir bunun nedeni. Ama şu da var. bir zennenin hayatından çok Ahmet'e odaklandığım için de olabilir bu benim açımdan.

* Can'ın abisi Cihan rolünde Tolga Tekin vardı.. Bu adamı Kapalıçarşı'da(dizi) görmüştüm en son. Orada keldi burada baya saçlı başlı ondan tanıyamadım herhalde. Çok etkileyici bir performans sergiledi özellikle de balkonda Ahmet'le konuşurken.

* Askerlik olayına girmek istemiyorum yaptıkları iğrenç ötesi bir şey.

* Sonuç olarak ne kadar eleştirsek, şurası olmuş burası olmamış desek de bir insana, babası tarafından cinsel tercihi yüzünden öldürülen genç bir insana adandı bu film. Sırf bu yüzden bile izlenmeye değer.