28 Şubat 2012 Salı

Göğe Bakma Durağı




Göğe Bakma Durağı (Turgut Uyar)

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yanab otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

16 Şubat 2012 Perşembe

Leila (Leyla)


Neden seni bir çiğ damlası gibi
Böylesine titrek, böylesine hassas görmeliyim?
Oysa yorgun kalbim üşürken,
Şimdi donuk gözlerim acıyı taşıyor.

Sen,hayran olduğum düşsel kadın,
bir buz dağı gibi olan kalbin
Bütün insanlara acı çektirmek için mi böyle,
Yoksa sadece senin için yaşayanlara mı?

Eskiden yaşamayı yürekten severdim,
Birçokları gibi fırtınalı yaşadım
Ve şimdi benim için artık hiçbir şey önemli değil,
Çünkü hayatımı bir bardak su gibi çalkaladın.

Günlerim öyle yavaş, öyle sessiz geçiyor ki, sevgilim,
Ve sen çok uzaklardasın, bir o kadar da yakında,
Kalbimin yanında, duygularımın derinliğinde.
Seni tekrar görmeyi, sesini duymayı acı verircesine
Öyle çok istiyorum ki.
Ama hiçbir şey değişmeyecek: Benden öyle uzaksın ki.

Ratko

Leyla için

7 Şubat 2012 Salı

50/50 (2011)





Film; tehlikeli olduğunu düşündüğü için araba kullanmayı reddeden, ehliyeti bile olmayan, ölümden korkan, iyi niyetli, dürüst, işine bağlı 27 yaşındaki Adam'ın, kansere yakalanmasını ve bu süreçte yakın çevresiyle olan ilişkisini anlatıyor.

Spoilere geçmeden önce film hakkında kendi düşüncelerimi söylemek istiyorum acık.

Adam'ın birçok özelliğinin bana benzediğini düşünüyorum. Bunlardan en kendime yakın bulduğum olumsuz bir durumu hemen kabullenme duygusu. Hiç üstüne gitmeme. Hayır başka şeyde deli gibi hesap sorarken sağlık, hastalık gibi olaylarda hemen bir umutsuzluğa düşerim. Hemen aklıma en kötüsü gelir. Ölümden filan da korkum yok da nedir bu haller tavırlar anlamadım.

Film izlerken aklıma 1.5 yıl önce başıma gelen en berbat şey olan böbrek sancım geldi. Nasıl korkmuştum. Çevremde böbreğinden rahatsız olan kimse yoktu ve ben ilk defa böyle bir ağrıyla karşılaşıyordum. Belimi doğrultamıyordum resmen, sırtım ayrı fena. Soluğu acilde almıştık zeten o zaman. Neyse o zaman tahlil, ultrason bıdıklarından sonra doktor "böbreğinde..." dediği an aklıma o kadar abuk şeyler geldi ki. Tümör bunlardan biri mesela. Nasıl korktuğumu anlatamam. Korkum ölüm filan değildi başka şeylerdi o an. Sonunda doktor "sol böbreğinde kumdan büyük taştan küçük maddeler var." demişti. O an değil ama sonra anneme "Vay bee ne kum ne taş. Arası bir şey var böbreğimde. Eee aşağısı kurtarmıyor işte. Böbreğimdekilerde benim gibi cins." filan demiştim. Şimdi yazınca da bir gülümsedim.. Evet var bir değişik yanım.

Bu böbrek sancısı en azından taşını kumunu düşürdün mü geçer ama kanser öyle değil ki.

Neyse bolca kafa şişirip benle ilgili gereksiz şeyleri anlattıktan sonra filmle ilgili spoiler vermeye geçebilirim.
(izlemeyenler okumasın dememe gerek var mı bilmiyorum. ama tamam çok şaapmıycam bu sefer arkamdan küfür etmenizi istemiyorum çünkü.)

* Kansere yakalanmış Adam'ı oynayan, aslında 1981 doğumlu olan Joseph Gordon-Levitt.. Sen nasıl bir insansın. Bu kadar silik görünüp bu kadar nasıl başarılı olabiliyorsun her filminde. Hayır (500) Days Of Summer'da da yine böyle sönük bir tiptin. Çanta omzunda gezerdin. Yine kız tavlayamazdın. Sevgilin seni terk ederdi. E bakıyorum burada da aynısın. Sanki o filmin devamı gibi bu. Karakterler çok benzer ki (kanser olması dışında.).

* Adam'ın çok yakın ve hatta tek yakın arkadaşı, kankası Kyle.. Sen ne güzel bir dostsun öyle. Adam'ın hastalığını öğrendikten sonra onun moralini yüksek tutmak için "Atlatacaksın, iyileşeceksin.. Hadi gidip kendimize iki kız bulalım.. Haydi bara.." muhabbetlerinin ötesinde, tuvalette okuduğun "Kansere Birlikte Göğüs Germek" adlı kitabını nasıl unutabiliriz.
Kyle zıpır bir herif, sevgisini, endişesini pek belli edemeyen bir insan e bi de erkek olunca anca işi şakaya şebekliğe vuruyor. Ama hem Adam ve hem biz onun ne demek istediğini anlıyoruz.

* Adam'ın sevgilisi.. Seni hiç gözüm tutmamıştı zaten. Adam hasta olunca hemen buldun başka birini. Nasıl hem onla hem de Adam'la yapabildin seni adi!!

* Adam o kadar saf ve iyi niyetli bir adam ki aman tanrım yok böyle bir erkek ya. Ancak böyle filmlerde işte görüyoruz. Sevgilisi bunu kemoterapi sonrası tam bir 1 saat o soğukta bahçede bekletti ya. O merdivene oturmuş başında beresiyle (saçlarını kazıttığı için bere takıyor.) 6 yaşına dönmüş gibiydi sanki. O kadar içime oturdu ki o hali.

* Ve bir de Adam'ın ailesi var tabi. Oğluna çok düşkün, onun kılına zarar gelse dünyayı yakabilecek bir kadın. Ve alzheimer bir baba.
Filmde anne ön planda daha çok. Aslında her ebeveyn çocuklarına düşkündür tabi ki de bunu sırf hasta diye öyle anne gözüyle bakmamalıyız. Zaten filmde de bununla ilgili terapist hanım kızımızın bir sözü olacak.

* Terapist demişken..


* Filmle ilgili en sevdiğim diyaloglar şunlardı;



* Film müzikleri de bir o kadar güzeldi.. dinlemek için;



* Filmi çok önceden izleyecektim ama doğru düzgün bir altyazı bulamadım. Bu yüzden beklettim. Ve izledikten sonra anladım ki altyazıya gerek yokmış hiç. Çünkü Joseph Gordon-Levitt o kadar iyi bir oyuncu ki jest ve mimiklerinden anlıyorsunuz ne demek istediğini.

* Ayrıca Joseph Gordon-Levitt için en uygun yakıştırma şu bence.. Yakışıklı değil ama sempatik.. Bir kere küçük gözlü insanların kötü olma ihtimali olmaz ki hiç. Yani ben öyle düşünüyorum. Boncuk gözlüler candır. Bir de güzel gülebilenler..

* Bu üstteki filmle alakalı değildi değil mi? Tamam o zaman geyiğe düştüğüme göre söyleyeceklerim bu kadar..


5 Şubat 2012 Pazar

Zenne Dancer (2012)



Öncelikle ne zamandır yazmıyorum özledim klişesi yapmak istiyorum az. İşte olmadı kısmet ne diyelim gençler..

Neyse lafı çok dolandırıyorum ben bu yüzden hemen konuya giriyorum..

Geçen hafta Zenne'yi izledim. Hakkında ilk "bir şey yazmayayım" dedim ama bunun "içimde kalacağına yazayım." tarafı daha ağır bastı.. Ve bende malum siteye ve buraya yazdım düşüncelerimi..


----ağır spoiler içerir izlemeyen okumasın----

* Babanın namaz kıldıktan sonra seccadede kendini vurması. Annenin gelip, kocasını itip altından seccadeyi alması. Banyoya gidip seccadeyi yıkamaya kalkması. Sonra kurusun diye ipe asması ve seccadenin ucundan damlayan kan ile suyun annenin bembeyaz eşarbına damlaması.. Bu sahneden çok etkilenmiştim.. Eninde sonunda her şeyin gelip anneyi bulması bu kadar mı güzel ve etkileyici anlatılırdı. Sırf bu sahne için bile filmi bir daha izleyeceğim.

* Doğu (galiba Diyarbakır'dı) gibi bir yerde annenin bu kadar diktatör olmasını anlayamadım.. Kocasını küçük düşürmesi, itip kakması, sözünü geçirmesi ve hele hele kocasına tokat atması bana biraz fazla abartı gibi geldi. doğu kültüründe ataerkil bir aile yapısı var diye biliyordum ben.. Annenin o kadar dediğim dedik olması bana pek de inandırıcı gelmedi.

* Babanın, oğlunun eşcinsel oluşu hakkında "gözümle görmeden, kulağımla duymadan inanmam." demesi ve birkaç gün sonra elinde sadece iki dondurma ile gece vakti yolda karşılaşan oğlunu öldürmesi ne kadar mantıklı. Neyini görmüş ve neyini duymuş da öldürmüş oğlunu. Burası biraz aceleye mi gelmiş yoksa ben mi bir şeyleri atladım anlamadım.

* Doğuda, küçükken kız çocuklarını bale yapmaya yönlendiriyorlarmış bunu gördüm filmde. Ahmet'te kız kardeşinin üstünde elbiseyi görüp beğenir ve hemen elbiseyi giyip dans etmeye başlar.. Bin yılın klişesi bunlar ya yapmayın böyle. Az yaratıcı olun.

* Film ne kadar Ahmet Yıldız'ı andık ona ithaf ettik dese de ben bu filmde hiç de Ahmet'i tam anlamıyla göremedim. Sadece adı var gibiydi.
O kadar fazla karakter vardı ki filmde. Mesela Daniel. Adam savaş fotoğrafçısı ve bu işi yaptığı bir dönem kendisi yüzünden masum çocuklar ölüyor. Bunun vicdanını yapıyor senelerce. Tamam haklıdır da ama bunu Ahmet'le kesiştirmeniz hiç olmamış. Bir kere Ahmet'in Daniel'ı çok severken Daniel'ın onu bir baba şefkatiyle sevmesi, aşık bile olmaması, tutkusuzluğu beni sinir etti film boyunca. Hayır gerçekte böyle değildi ki Ahmet ile İbrahim. Bunu bile tam anlamıyla beceremediniz. Buna çok üzüldüm.

* Daniel nasıl bir insansa kaç kişi onun yüzünden öldü. Sende öl ulan!

* Ve son olarak Ahmet'in mezarına can değil de Daniel'ın gitmesini isterdim ben. Çünkü gerçek hayatta sevgilisi vardı sadece mezarının başında..

* Film müziklerini demir demirkan yaptı.. İyi ki de yaptı. Ben çok beğendim. Eline emeğine sağlık.

* Herkes Kerem Can'ı konuştu ama ben Erkan Avcı'yı daha çok beğendim filmde. Ahmet'i canlandırması olabilir bunun nedeni. Ama şu da var. bir zennenin hayatından çok Ahmet'e odaklandığım için de olabilir bu benim açımdan.

* Can'ın abisi Cihan rolünde Tolga Tekin vardı.. Bu adamı Kapalıçarşı'da(dizi) görmüştüm en son. Orada keldi burada baya saçlı başlı ondan tanıyamadım herhalde. Çok etkileyici bir performans sergiledi özellikle de balkonda Ahmet'le konuşurken.

* Askerlik olayına girmek istemiyorum yaptıkları iğrenç ötesi bir şey.

* Sonuç olarak ne kadar eleştirsek, şurası olmuş burası olmamış desek de bir insana, babası tarafından cinsel tercihi yüzünden öldürülen genç bir insana adandı bu film. Sırf bu yüzden bile izlenmeye değer.