30 Aralık 2010 Perşembe

İncir Reçeli filmi..(müziği)

filmde geçen o dumanlı şarkı..

http://www.youtube.com/watch?v=nkt8A8PufRU

bu da şarkının sözleri;

Benim bu derdim ;
Ne yağan yağmurda ,
Ne yalancı sonbaharda ,
Ne bomboş sokaklarda...

Kırılmış her yanım.
Kaybolur zaman saçlarında ,
Gözlerim sokaklarda ,
Sebebi isyan aşkım...

İçim yanar, içim kanar da
İsyan !..
Geriye bir avuç yalan...
Beni bu derde sen attın da , gittin ya kafam hep duman...

29 Aralık 2010 Çarşamba

mandrake



Beni biraz hatırlar mısınız

eski bir resmin zor taraflarından,
daha ilk mimiğinde esrik bir deniz gülümsemesi!

Beni biraz sorar mısınız
vitrin mankenlerinin sessizliğine,
ağır bir küfür gibi yaklaşırken korkunuzdaki fırtına!

Beni biraz üzer misiniz, eğer mümkünse, izafiyet teorisinin yakınında!



K.İ.

bir çift siyah deri eldiven..

>



aşklar ve ölümler süiti'nde unutulmuş bir çift siyah deri eldiven..
katil izini kaybettirmiş..
öldürülen şahıs, can vermeden az önce
kendi kanına batırdığı parmağıyla şöyle yazmış yere:

"herkes yalnızca bir kişiyi öldürmek ve
yine bir tek kişi tarafından öldürülmek için gelir yeryüzüne!."






küçük iskender
temmuz 1998, İstanbul.

bir gün bir gün bir çocuk..


dün bir hocayla tanıştım bir arkadaş sayesinde

adam fizikçi

geldi bizim masaya

tost çay ısmarlamıştı bizim arkadaş ona

hem yedi hem konuştuk filan

adam bir an durdu

gözlerimin içine baktı

dedim ahanda bişey diycek şimdi bana boku yiycem şurda

baktım bende

güldüm

dedi ki bana

"sen çok çabuk ağlıyorsun"

dedim "efendim"

dedi "çok çabuk ağlıyorsun sen öyle mi?"

"evet öyleyim. biraz.. yani duygusalım evet. maalesef." dedim.

"nerden anladınız ya" demeyi de ihmal etmedim ardından.

"merhametlisin dimi, düşüncelisin çok." dedi hiç beni duymamış gibi.

"evet te.."

"ben böyle gözlem yaparım çok,  ondan seni hemen gözlerinden tanıdım" dedi.

"vay anasııı" demedim tabi ama 

şunu dedim;

"lan duyun duyun elin adamı neler diyo benim içün bi arkadaşım bana bunları demedi

yıkılın lan karşımdan!"

içimden dedim ama..

valla lan adam çözmüş beni...

umarım gene karşılaşırız kendisiyle

mehmet hoca lan. vay anasını :)



25 Aralık 2010 Cumartesi

ıslak kelebek



bir sabah yalnız uyanınca,
duymayacaksın o sesi başucunda.

İçimdeki yolculuk (Emre Kalcı'nın gazetesiz.com'daki bir yazısı..)

İçimdeki yolculuk...

Çocukluğumu hatırlıyorum... Bir yazarın kitabını okuduğumda, gazetelerden birinin ekinde aklıma takılan bir yazıyı kesip sakladığımda ne düşünüyordum acaba? Hepsi ileride bir gün aynı işi yapacağım içindi dersem yalan söylerim... Aklımda yoktu yazmak... Benim nefes almak için başka tutkularım olur sanıyordum. Müzik öyle bir tutkuydu bende, sinema öyle bir tutku oldu hep içimde... Aşk vardı çok yakınımda, sırf bu yüzden başka bir tutkum olamayacağına inanıyordum belki de... Ama başkalarının dalga geçeceği kadar seviyordum okumayı... Her gün birçok gazeteyi takip ediyor, çıkan ilgili ilgisiz tüm dergileri alıyordum. O dergilerin kokusunu ara ara, hâlâ duyumsuyorum... Yani hayatı, kâğıtlar üzerine basılanlardan ibaret diye kabul etmiştim, mutluydum...

İlk şiirlerimi yazdığımda benim için özgürlük kapıları sonuna kadar açılmıştı. Masalı gerçeğe armağan edebiliyordu şiir, yalanı masuma tercih etmiyordu hiçbir zaman ve kimseden özür dilemiyordu kelimeler... Gökyüzü, uçurtma ve çimendi; kağıt, kalem ve his... Yanlışı düzeltme imkânıydı tüm yazılanlar... Cevabı verilmemiş sorular için ısrar edebiliyordu insan, aşkı koruyabilmenin bir yolunu buluyordu herhangi bir cümlede... O zaman ne kadar söz varsa, hepsinin uçabileceğini de görmüştüm. Uçarken kimin üzerine konabileceğini, kime yaklaştığında yeniden yükselebileceğini, kime kendini anlatabileceğini biliyordu her sözcük...

Şiir en büyük adaletti yeryüzünde, bugün bile hiç değişmemiş bir gerçektir kalbimde...

Sonra yazılar ve kitaplar sıralandı önümde... Ben geçmişi yazıyor, geçmişle hesabı olan herkesle selamlaşıyordum her cümlede... Ne ben yaralarımı göstermekten utandım, ne okuyanlar eskiyi hatırlamaktan kaçındılar... Hepimizin aynı insanlara âşık olduğunu anlamam bile aslında yazı sayesinde...

Yazmak aşk gibidir, emek ister... Kalemi elinizden bıraktığınızda, sevgilinizi aramayı kesmişsiniz gibi o da küser... Bir kağıdın başında oturup düşündüğünüzde, size cevap verir, aklınıza hemen yazacak bir şeyler gelir. Âşık olduğunuz kişiye benzer; sadece ona odaklandığınızda, size bir adım daha yaklaşabilmek için uzakta da olsa mutlaka gelir... Yazdıklarınızı saklarsınız, zamanı gelir kıymetlenir... Tıpkı onun kazağını kaybedip, bulduğunuz gün üzerine sinmiş teninin kokusuyla yeniden mutlu olmanız gibidir... Âşık olunca herkesten uzaklaşırsınız, yazdığınız anlarda da yakın değilsinizdir bir başka şeye... Tüm duygu ve düşünceniz o âna aittir... Kalemi ve kağıdı da başka hiçbir şeyle aldatamazsınız mesela... Ve en önemlisi ikisi de tanık ister; ikisi de başkalarının gören gözleriyle değerlenir, onların şahitliğiyle daha bir anlam kazanır... Aşk ile yazmayı ayıran tek şey sürekliliktir. Aşk bazen yarıda kalır ama yazma serüveni hep devam eder. Biri siz sevdikçe var olur, diğeri var oldukça sizi sever...

Yazarak okuyucuya ulaşmak değildir bir yazarın işi, yazarak okuyucuya yakınlaşmaktır. Benim için hep böyle oldu. Yazdıklarımın kaç kişiye ulaştığını değil, kaç kalbe değip geçebildiğini önemsedim... Bir cümlenin esas sahibinin, yazarından çok, onu okuyup özenle saklayan kişi olduğuna inandım... Çünkü yazma yeteneğinin ağırlığını, onu okuyan gözün tartısı belirler... Yazı alkışlanmaz örneğin; gülümseten ya da hüzün veren her cümle onu okuyanın boğazında düğümlenir. Birinin gülümsediği bir şeye, bir başkası hatırlattıkları yüzünden ağlayabilir. Yazı, büyülüdür... Yazıldığı kağıdı unutur, hissettirdiği duyguyu asla unutturmaz...Bir gün bir köşeden çıkar ve kendini hatırlatıverir...

Yazarla okurun aşkı bildiğim en gerçek aşktır. İki taraf da bu aşka zorlanmamış, ikna edilmemiştir. Sevgi ve tutku bir anda, başka bir şeylerin müdahalesi olmadan ortaya çıkar. Ne yazar okuyucuya, ne de okuyucu yazara paylaşabilecekleri dışında bir şey vaat etmez. Ama vaat edilen paylaşım zaten bir aşka dönüşmüştür bile...Yazılan cümlelerin bir kalbe nasıl yerleşeceğine yazar karar veremez, ancak yerini belirleyebilir... Gideceği yeri bilen kelimeler, okuyucunun tanıdığı şans kadar o yere saltanat kurabilir... Yani birinin yazan parmaklarıyla, onu okuyanların gözleri ve kalbi aşk içindedir. Yazdığım bir kitabı ya da cümleyi önemseyip, hayatına yerleştirmiş birine ben yazar olarak aşk duyuyorum. Evet, ben, beni okuyan her bir kalbe, her çift göze, her insana aşığım sanırım... Aldığım mektuplarda veya yazılan notlarda burnumun direği hep bu yüzden sızlar. Aşk mektubu gibi okurum onları ve cevabımın heyecanı bir sevgiliye duyduğumdan az olmamıştır hiç... Hayatımdan çıkmasınlar bencilliğinde değil, ben onların hayatında güzel hatırlanayım minnetinde devam edebilirim ancak yazmaya... Kendi yazdıklarıma en temiz böyle sahip çıkabilirim, kelimelerin bana hediye ettiği bu masalda......

İşte yazma serüveni, çoğu zaman okuyucuya bir mektup gibidir... Kağıt yazandan, zarf okuyandan, pul hayatın tesadüflerinden... Mektupların içinde hep aşk vardır, aşkla yazılmış satırlar... Anlatmak için tutku duyduğumuz insanlar, sevgililer, dostlar; anlatılmak için sürekli kulağınıza fısıldayan hakiki bir isyan... İlham intikamdır kimi zaman o mektuplarda ve orada bazen suçluyu bir kafiyeyle bile affedebilir insan...

Tüm bunları, içimdeki yazma tutkusunun nedenini kendime sorduğumda, aldığım cevapları paylaşmak için yazdım... Parmaklarım neden ağrıyor, neden en çok onlarla ağlıyorum, bilmek için yazdım... Yazmak, nefes almak gibi bir ihtiyaç, nefes alabilmek için yazdım... Okuduktan hemen sonra gözleri parlayanların, gözlerinin karşısında kirlenmeden durabilmek için yazdım... Özgür olmak ve hayatta cesur kalabilmek için yazdım...

Ve bu tutkunun başlangıcında, kalemi elime bir daha bırakmamak üzere aldığım ânı da, hiç unutmamak üzere sakladım...

Eskidendi, bir kitaba vurulmuştum...

"Küçük güneşim... Zaman dur durak bilmeden eteklerinden sonbaharları süpürüyorken sana yine o bildik şarkıyı söyler, saçlarına 'hani tıpkı o son cümledeki gibi' diyerek sarılırım... Gözlerinde kırmızı balıklar yüzer. Durur, aşkın anlaşılamamak olduğunu söylerim..."

Bir gece, "Veda Busesi" adlı kitapta bu cümleleri okudum. Yazarak nerelere gidildiğini değil, nerelerden dönüldüğünü de gördüm...

Sonra diğer tüm tutkuların alnına birer veda busesi kondurup, "yazmak" denilen tutkuyu işte o gün dudaklarından öptüm...

24 Aralık 2010 Cuma

cem adrian röportaj ve devam işte bir şeyler yine..

hürriyet'teki röportajını okudum.

http://www.hurriyet.com.tr/magazin/magazinhatti/16604345.asp?gid=222


bu adamın neden albüm kapakları hep olay oluyor anlamıyorum.
emir'de de salak bir programcı çıplak vücudunu giyindirmişti fotoşopla. sanki çok komik bir iş yapmış gibi bir de gülüyordu "şaka yaptık sana cem.. ehehe." filan diyordu. cem'de "benim işim şaka kalkdırmıyor galiba." diye cevap verip bozmuştu kadını bir güzel. neyse..

şimdi kayıp çocuk masalları'na gelirsek eğer birkaç şey söylemek istiyorum kendisine.

cem; lütfen bizleri kandırma, çocukları da kandırma. hadi emir albümünde dedin "her gece sabret diye saçlarımda dolaşan tanrı'nın elleridir." diye. ama bari burda bu masalda yalan söyleme tanrı aslında sever hepimizi diyerek.
ama o şarkı ne kadar masal olsa da hani diyorsun ya "can verirken umutların, yetişir annenin kalbi duaları.". insan ister istemez bir "yetişir mi gerçekten hı?" diyesi geliyor.
her neyse...

bir de şunu söylemek istiyorum.

cem adrian'ın 7 oktavlık sesi var mı yok mu, şarkılarında ya da canlı performanslarında o kadar sesini inceltebiliyor mu bilmem ne edebiliyor mu diyerek adamı sadece sesiyle anılmak istenen ya da bu sesiyle ün yapmak isteyen embesillerle karıştırmayın. adam bu sesiyle övünmüyor ki ya da sizin gözünüze gözünüze sokmuyor ki neden bu kadar çok eleştiriliyor anlamıyorum.
kendisininde dediği gibi önemli olan bu sesle ne söylediğidir.
ben hem emir hem de bu albümde çok çok orjinal sözler okudum, gördüm, duydum ve dinledim.
ben hiç kimsenin albümünde bu denli kafa yormadım cem adrian'ın albümleri kadar.
bazen bir kelime, bazen bir nefes alıp verişi kayıtta, bazense bir piyano ya da saksafon sesi insanı hüzünlendirmeye, ağlatmaya yetiyor da artıyor bile. aklına neler neler geliyor insanın, neler getirtiyor aklımıza tek bir heceyle...

bu yüzden demem o ki, ben kendimi çok şanslı hissediyorum,
çünkü onu anlayabiliyorum.

23 Aralık 2010 Perşembe

Kayıp Çocuk Masalları....




ve son şarkı albümde..

tanrı aslında sever hepimizi diyor cem adrian.




Diz çöker yalvarırsın, önünde cennetin beyaz kapıları

Can verirken umutların, yetişir annenin kalbi, duaları

Şükreder gülümsersin

Tanrı aslında sever hepimizi

18 Aralık 2010 Cumartesi

Barlas vardı ya hani yüreği küt küt bir bana atsın:)





Fazla beklemez bu ayrılık trenleri

Ama yine her şeye rağmen geri getirir gidenleri

Fazla beklemez bu ayrılık trenleri

Ama bir de her şeye rağmen yine ayırır sevenleri

16 Aralık 2010 Perşembe

Erdal Beşikçioğlu Disko Kralı..

Attığın kazıkları saklıyorum..Saklıyorum ki, gün gelip bana döndüğünde seni oturtacak yerim olsun..

Git gidebildiğin yere kadar.. Bu limanda kaybettiğim ilk gemi sen değilsin.Ama şunu
unutma!. Rıhtımda kalanı değil çekip gideni vurur fırtına..!!





Behzat Ç. 11.Bölümden..



babamın öldüğü gün birine aşık olmuştum.
bazen öyle olur.. herşey üst üste gelir..
polis olmasaydım; 'katil olurdum'.
çünkü sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir.
binlerce ceset.. binlerce katil.. ve bir evlilik gördüm.
seni, 'intihar ettiğin gün tanıdım' kızım.
seninle 'o gün' barıştım.
şimdi 'sadece geceleri', yapayalnız ve yalınayak anlayabildiğim şeyler var.
şimdi 'benim de yalanlara inanmaya ihtiyacım var'. bütün 'çaresiz insanlar' gibi, dağılan bir okul gibi.
acılarımız da birbirine benziyor artık kızım..
birbirine benzeyen parmaklar gibi. ama her birinin 'eşsiz' bir izi var.
bazen gözlerim doluyor karanlıkta..
ama fısır fısır konuşmaya başlıyorsun yine kulağımın dibinde. 'hiç susmuyorsun'. ağlamama asla müsaade etmiyorsun.
her şey affedildi babacık diyorsun. hiç ayrılmayacağız diyorsun.
keşke hep yanında olsaydım diyorum böyle konuştuğunu duyunca.
bu kış çok kar yağar, belki beraber kayboluruz diyorsun sen bana.
ama kar taneleri birbirine benzemez ki kızım.?
'cesetler de' benzemez.?
ama 'bir cinayet', başka bir cinayeti hatırlatır her zaman.
koşan atlar, düşen atları hatırlatır.
yağmur yağar..
..durur..
..tekrar başlar..
yanlış yolda yürümek, doğru yolda beklemekten iyidir.
beşikten mezara kadar.
karanlıkta 'herkesle' çarpışabilir insan.
yalan mı söylüyorum sana?
affet beni kızım.
affet..
bir sürü doğru söyledik ama..
hiç burnumuz kısalmadı ki kızım..




Patika.

15 Aralık 2010 Çarşamba


kendime söyleyecek çok lafım var, sana söyleyecekse birkaç satırım. Benden uzak yeni yerlerde, orada doğmuşçasına tanıdık dur artık! Her gördüğüne selam ver, yanına her gelene çocukluk arkadaşınmış gibi hemen alış, dök içini iyi tanıdığın yabancılara, imren gördüğün en uyumsuz aşıklara! Yeter ki bana kalbimi kırdığın yoldan geri dönme, sakın dönme, cam batar ayaklarına..!

10 Aralık 2010 Cuma


*parmakları insanların kardeşleridir; en çok onlar üşür.


**içindeki nefreti sevgi diye sunarsan insan diyorlar sana artık.


***karıştırıyorlar, zencilerin yalnızca yürekleri büyük.


****insan yaşlanınca en çok kalbi kırışır.


*****k.i.