25 Aralık 2010 Cumartesi

İçimdeki yolculuk (Emre Kalcı'nın gazetesiz.com'daki bir yazısı..)

İçimdeki yolculuk...

Çocukluğumu hatırlıyorum... Bir yazarın kitabını okuduğumda, gazetelerden birinin ekinde aklıma takılan bir yazıyı kesip sakladığımda ne düşünüyordum acaba? Hepsi ileride bir gün aynı işi yapacağım içindi dersem yalan söylerim... Aklımda yoktu yazmak... Benim nefes almak için başka tutkularım olur sanıyordum. Müzik öyle bir tutkuydu bende, sinema öyle bir tutku oldu hep içimde... Aşk vardı çok yakınımda, sırf bu yüzden başka bir tutkum olamayacağına inanıyordum belki de... Ama başkalarının dalga geçeceği kadar seviyordum okumayı... Her gün birçok gazeteyi takip ediyor, çıkan ilgili ilgisiz tüm dergileri alıyordum. O dergilerin kokusunu ara ara, hâlâ duyumsuyorum... Yani hayatı, kâğıtlar üzerine basılanlardan ibaret diye kabul etmiştim, mutluydum...

İlk şiirlerimi yazdığımda benim için özgürlük kapıları sonuna kadar açılmıştı. Masalı gerçeğe armağan edebiliyordu şiir, yalanı masuma tercih etmiyordu hiçbir zaman ve kimseden özür dilemiyordu kelimeler... Gökyüzü, uçurtma ve çimendi; kağıt, kalem ve his... Yanlışı düzeltme imkânıydı tüm yazılanlar... Cevabı verilmemiş sorular için ısrar edebiliyordu insan, aşkı koruyabilmenin bir yolunu buluyordu herhangi bir cümlede... O zaman ne kadar söz varsa, hepsinin uçabileceğini de görmüştüm. Uçarken kimin üzerine konabileceğini, kime yaklaştığında yeniden yükselebileceğini, kime kendini anlatabileceğini biliyordu her sözcük...

Şiir en büyük adaletti yeryüzünde, bugün bile hiç değişmemiş bir gerçektir kalbimde...

Sonra yazılar ve kitaplar sıralandı önümde... Ben geçmişi yazıyor, geçmişle hesabı olan herkesle selamlaşıyordum her cümlede... Ne ben yaralarımı göstermekten utandım, ne okuyanlar eskiyi hatırlamaktan kaçındılar... Hepimizin aynı insanlara âşık olduğunu anlamam bile aslında yazı sayesinde...

Yazmak aşk gibidir, emek ister... Kalemi elinizden bıraktığınızda, sevgilinizi aramayı kesmişsiniz gibi o da küser... Bir kağıdın başında oturup düşündüğünüzde, size cevap verir, aklınıza hemen yazacak bir şeyler gelir. Âşık olduğunuz kişiye benzer; sadece ona odaklandığınızda, size bir adım daha yaklaşabilmek için uzakta da olsa mutlaka gelir... Yazdıklarınızı saklarsınız, zamanı gelir kıymetlenir... Tıpkı onun kazağını kaybedip, bulduğunuz gün üzerine sinmiş teninin kokusuyla yeniden mutlu olmanız gibidir... Âşık olunca herkesten uzaklaşırsınız, yazdığınız anlarda da yakın değilsinizdir bir başka şeye... Tüm duygu ve düşünceniz o âna aittir... Kalemi ve kağıdı da başka hiçbir şeyle aldatamazsınız mesela... Ve en önemlisi ikisi de tanık ister; ikisi de başkalarının gören gözleriyle değerlenir, onların şahitliğiyle daha bir anlam kazanır... Aşk ile yazmayı ayıran tek şey sürekliliktir. Aşk bazen yarıda kalır ama yazma serüveni hep devam eder. Biri siz sevdikçe var olur, diğeri var oldukça sizi sever...

Yazarak okuyucuya ulaşmak değildir bir yazarın işi, yazarak okuyucuya yakınlaşmaktır. Benim için hep böyle oldu. Yazdıklarımın kaç kişiye ulaştığını değil, kaç kalbe değip geçebildiğini önemsedim... Bir cümlenin esas sahibinin, yazarından çok, onu okuyup özenle saklayan kişi olduğuna inandım... Çünkü yazma yeteneğinin ağırlığını, onu okuyan gözün tartısı belirler... Yazı alkışlanmaz örneğin; gülümseten ya da hüzün veren her cümle onu okuyanın boğazında düğümlenir. Birinin gülümsediği bir şeye, bir başkası hatırlattıkları yüzünden ağlayabilir. Yazı, büyülüdür... Yazıldığı kağıdı unutur, hissettirdiği duyguyu asla unutturmaz...Bir gün bir köşeden çıkar ve kendini hatırlatıverir...

Yazarla okurun aşkı bildiğim en gerçek aşktır. İki taraf da bu aşka zorlanmamış, ikna edilmemiştir. Sevgi ve tutku bir anda, başka bir şeylerin müdahalesi olmadan ortaya çıkar. Ne yazar okuyucuya, ne de okuyucu yazara paylaşabilecekleri dışında bir şey vaat etmez. Ama vaat edilen paylaşım zaten bir aşka dönüşmüştür bile...Yazılan cümlelerin bir kalbe nasıl yerleşeceğine yazar karar veremez, ancak yerini belirleyebilir... Gideceği yeri bilen kelimeler, okuyucunun tanıdığı şans kadar o yere saltanat kurabilir... Yani birinin yazan parmaklarıyla, onu okuyanların gözleri ve kalbi aşk içindedir. Yazdığım bir kitabı ya da cümleyi önemseyip, hayatına yerleştirmiş birine ben yazar olarak aşk duyuyorum. Evet, ben, beni okuyan her bir kalbe, her çift göze, her insana aşığım sanırım... Aldığım mektuplarda veya yazılan notlarda burnumun direği hep bu yüzden sızlar. Aşk mektubu gibi okurum onları ve cevabımın heyecanı bir sevgiliye duyduğumdan az olmamıştır hiç... Hayatımdan çıkmasınlar bencilliğinde değil, ben onların hayatında güzel hatırlanayım minnetinde devam edebilirim ancak yazmaya... Kendi yazdıklarıma en temiz böyle sahip çıkabilirim, kelimelerin bana hediye ettiği bu masalda......

İşte yazma serüveni, çoğu zaman okuyucuya bir mektup gibidir... Kağıt yazandan, zarf okuyandan, pul hayatın tesadüflerinden... Mektupların içinde hep aşk vardır, aşkla yazılmış satırlar... Anlatmak için tutku duyduğumuz insanlar, sevgililer, dostlar; anlatılmak için sürekli kulağınıza fısıldayan hakiki bir isyan... İlham intikamdır kimi zaman o mektuplarda ve orada bazen suçluyu bir kafiyeyle bile affedebilir insan...

Tüm bunları, içimdeki yazma tutkusunun nedenini kendime sorduğumda, aldığım cevapları paylaşmak için yazdım... Parmaklarım neden ağrıyor, neden en çok onlarla ağlıyorum, bilmek için yazdım... Yazmak, nefes almak gibi bir ihtiyaç, nefes alabilmek için yazdım... Okuduktan hemen sonra gözleri parlayanların, gözlerinin karşısında kirlenmeden durabilmek için yazdım... Özgür olmak ve hayatta cesur kalabilmek için yazdım...

Ve bu tutkunun başlangıcında, kalemi elime bir daha bırakmamak üzere aldığım ânı da, hiç unutmamak üzere sakladım...

Eskidendi, bir kitaba vurulmuştum...

"Küçük güneşim... Zaman dur durak bilmeden eteklerinden sonbaharları süpürüyorken sana yine o bildik şarkıyı söyler, saçlarına 'hani tıpkı o son cümledeki gibi' diyerek sarılırım... Gözlerinde kırmızı balıklar yüzer. Durur, aşkın anlaşılamamak olduğunu söylerim..."

Bir gece, "Veda Busesi" adlı kitapta bu cümleleri okudum. Yazarak nerelere gidildiğini değil, nerelerden dönüldüğünü de gördüm...

Sonra diğer tüm tutkuların alnına birer veda busesi kondurup, "yazmak" denilen tutkuyu işte o gün dudaklarından öptüm...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder